**Bu posttan önce Masumiyet için yazdıklarımı okursanız çok iyi olur, zira atıflarım oldu :) Filmle ilgili söyleyeceklerime, herkesin, filmi izleyeceklere tavsiye ettiği "Önce Kader'i izle hikayeyi daha iyi anlıyorsun" muhabbetine olan itirazımla başlamak istiyorum. Zeki Demirkubuz'un bu iki filmle izleyiciye…devamı**Bu posttan önce Masumiyet için yazdıklarımı okursanız çok iyi olur, zira atıflarım oldu :)
Filmle ilgili söyleyeceklerime, herkesin, filmi izleyeceklere tavsiye ettiği "Önce Kader'i izle hikayeyi daha iyi anlıyorsun" muhabbetine olan itirazımla başlamak istiyorum. Zeki Demirkubuz'un bu iki filmle izleyiciye mükemmel beyin yaktıran bir puzzle sunduğunu düşünüyorum. Siz eğer ki önce Kader'i izleyip ardından Masumiyet'e giderseniz, bu iki filmi birbirinin devamı gibi düşünme gafletine düşmüş olacaksınız. Ne Kader'i, ne kimin masum olduğunu (aslında kimse masum değil, bunu Masumiyet gönderisinde açıklamıştım) anlayamamış olacaksınız. Bir filmin ya da eski bir hikâyenin içinden yeni bir film çıkması tam post-modern dünyanın modernite eleştirisi. Siz aynı hikayeyi izlediğinizi zannederken, aslında bambaşka bir zamanda geçen, benzer bir hikayeyi izliyorsunuz. Kısaca, hiçbir kaderin, hiçbir yazgının kendine has olmadığını, herkesin aslında -Masumiyet'te de gördüğümüz- tuhaf bir döngü içinde olduğunu izliyorsunuz. En azından, bu film içinde filmciliğin, bize bunu anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Zira Bekir'in geçmişi dediğimiz hikaye, filmin bugününde yaşanıyor. Bir de bu garip içiçelik, bu acayip döngü, bana Masumiyet'te olduğu gibi Kader'de de aslında bir determinizm/kadercilik eleştirisi izlediğimiz hissini uyandırdı. Bir de filmi izlerken, özellikle şu meşhur TV izleme sahnelerinde "Dünya rüya içinde rüyadır." sözünü düşündüm sık sık. Dünya üzerinde bu içinden çıkamadığımız garip döngü, belki de yeniden yeniden yaşanılan bir rüyadır?
Masumiyet'te izlediğimiz mükemmel tiradla Bekir'e belki de, hani böyle az daha kanımız ısınmıştı değil mi? Ama Kader'de anladık ki Bekir hiç sandığımız gibi değilmiş. Ona kızdık, hatta sövdük bile bu sefer. Bunun sebebi aslında, Masumiyet'te, "ulan felek!" dediğimiz hikâyenin, Kader'de aslında her şeyin Bekir'in seçimi olduğunu anladığımızdandı. Anladık ki Uğur da Zagor da Bekir de kendi seçimlerinin peşinden sürüklenmiş. Bakın bu kısım en can alıcı noktasıydı filmin bence. Eric Fromm'a göre, uğrunda ölünecek denilen aşklar kişinin kendi saplantısının yansımasıdır. Yani aslında kişi, karşısındakinden bağımsız olarak kendini bu aşka mahkum eder. Bekir'in de Uğur'a olan saplantısı aslında bir noktada kendi seçimiydi ve kesinlikle hastalıklıydı. Hikayenin sonunu baştan biliyor olsam da, bu ikili arasında geçenleri kafamda çoğalan sorularla, soluk soluğa izledim. Takdir edersiniz ki bana bunca sorgulamayı yaşatan filme, romantik bir gözle bakıp "ulan ne aşkmış be" demiyorum çünkü inanıyorum ki aşk kesinlikle bu değil. Yaşamak zaten bu hiç değil. Karakterler özelinde söylersem hepsi beni dibine kadar huzursuz etti, hiçbirini de bi anlık bile sevemedim.
Ama tabii, yönetmenin bana sordurduğu soruları aşırı sevdim. İnsanları dinleyip önce Kader'i izleseydim baya üzülür, pişman olurdum.
Hâlâ önce Kader'i izleyeceğim diyen varsa buyursun, fakat bu durumun film-lere klişe bir aşk hikayesi gözüyle bakma illüzyonu yaşatabileceğini aklından çıkarmasın :) İyi seyirler, bolca düşünmeler!