Hani hayatta çoğu zaman deriz ya, varılacak yerden ziyade asıl önemli olan yolun kendisidir diye... Peki yaa.. düşerken... O zaman işler değişiyor. Bir de "Her şey yolunda, bişi yok, bişi yok, bişi yok" diye diye teskin ediyorsa insan kendini... İşte…devamıHani hayatta çoğu zaman deriz ya, varılacak yerden ziyade asıl önemli olan yolun kendisidir diye... Peki yaa.. düşerken... O zaman işler değişiyor. Bir de "Her şey yolunda, bişi yok, bişi yok, bişi yok" diye diye teskin ediyorsa insan kendini... İşte bu hepten vahim... Bir nevi bu, düşüşü yok saymaktır ki o zaman vay ki vay hâline...
Böylece yolun seni vardırdığı noktayı da unutma diyen filmimiz, asıl olan düşüş değil, yere çarpıştır diyerek tuzla buz olan bir toplumu gözler önüne seriyor ve bunu öyle bir çarpıcı etki bırakarak yapıyor ki... Tıpkı düşerkenki o durgun, tekinsiz, sessiz ve sinsi sakinlikte aniden yere çarpmak gibi bir etkiyle... Hiç beklemediğiniz anda o çarpışın etkisini beyninizde hissediyorsunuz.
Düşen, insan olunca da diyip geçemiyoruz ki nazar çıkmıştır, bir şey olmaz diye :')
Zira her dağılan öyle kolay toplanmıyor...
Düşen; toplum, değerler, ahlâk, nezaket olunca o kırıklar insanın canını fena yakıyor... İnsan bir şey yapmak istiyor ama bazı bir şeyler insanın boyunu aşıyor...
Bir de şunu hatırlatıyor filmimiz ki bence en önemli hatırlayış bu. Herkes birilerini, bir şeyleri değiştirmek ister ama bu büyük adımın daha yapılabilir halkası olan kendini değiştirmeyi çoğu insan düşünmez. Bunun sebebi de sanırım bir şeyleri eleştirirken kendimizi o eleştirdiklerimizden tenzih tutma meyilimizden kaynaklanıyor... Kendimizi de sorunun bir parçası görme farkındalığını çoğu zaman es geçiyoruz.
Öyle işte...
Biraz da bu konuları es geçelim... Filmimizi daha derli toplu yorumlarsak.
● Filmin sinematografisi cidden çok çok iyiydi, kamera çekim açıları ve teknikleri enfesti. Sahne geçişleri de aynı şekil hoştu.
Özellikle 10. dakikada Vinz'in aynaya (aslında doğrudan kameraya) karşı elini silah yapıp söylendiği ve 50. dakikalarda terasta kameranın uzaklaşırken zoomladığı sahneler sinematografik açıdan akılda kalıcıydı.
Ayriyeten kameranın ön planda bir objeye, nesneye veya doğrudan oyuncuların kafalarına odaklanması da çoğu sahneyi estetik kılmış.
Bir de aktif ve hareketli bir kamera kullanımından söz edebiliriz ki çoğunlukla kameranın kayar gibi usul usul dönmesi hoşuma gitmişti. Misal Vinz'in silahı ilk gösterdiği sahnede kameranın etraflarında 360 dönmesi ve başka sahnelerde de benzer şekilde kameranın mekanı dolaşması her alana gözlemci olarak hakim olmamızı sağlamış.
Dikkatimi çeken bir başka husus ise çoğu sahnenin uzun ve kesintisiz tek sekans çekilmiş olmasıydı ki bu fazlasıyla emek isteyen, hataya karşı da oldukça hassas, çok zor bir iş. (Aklıma geldi, izlediğim tiyatral bir film vardı böyle baştan sona tek parça çekilmiş, "Rus Hazine Sandığı" diye. Yeri gelmişken bahsetmek istedim. İlgisini çeken olursa tavsiye ederim, değişik bir tarzdı)
● Oyunculuklara da ayriyeten değinmek gerek ki keza hepsi iyi iş çıkarmıştı, oyuncuların hepsi de sahici, samimi ve doğal hissettiriyordu. Özellikle çoğu sahnede direkt kameraya karşı oynamaları -ki bunun da oldukça zor olduğunu düşünüyorum- seyirciyi de filmin bir parçası hâline getiriyordu. (Film boyunca kurulan bu fazlaca göz teması sosyal anksiyetenizi tetikleyebilir, aman uyarmadı demeyin 😂)
● Filmimiz düşen, çöken bir toplumun hikâyesini anlatıyor demiştik. Bunu da üç göçmen ana karakter üzerinden ötekileşme ve aidiyet kavramlarıyla beraber işliyor.
● Filmin özellikle temeline aldığı eleştiri ise nefret üzerineydi.
⚠️Buradan sonrasında birazcık da spoilerlı yorum mevcuttur, dikkat dikkat, spoiler bitim noktasına atlayabilirsiniz⚠️
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
▪Filmde karakterler de gayet iyi işlenmiş.
Sorunlar karşısında hissedilen öfkenin büründüğü şekillerin insandan insana değiştiğini gördük. Bu nefretin, öfkenin yansıması üç karakterde de farklıydı. Vinz öfkesini intikam almak üzerine yöneltmiş. Hubert sorunlardan kaçma, uzaklaşma derdindeydi. Said ise sürekli "Bu insanların derdi ne, anlamıyorum" diyerek bireyin anlamlandırma çabasını temsil ediyor gibiydi.
▪Bu üç karakterin ortak noktası da göçmen olmanın getirisi aidiyetsizlik sorunuydu. Hepsi dışlanmalarının, ötekileştirilmelerinin, göçmen oldukları için ırkçılığa uğradıklarının farkındalardı ve doğal olarak nefretle dolmuşlardı. Bunu da öfkeli, agresif tutumlarıyla dışarı vuruyor, bir bakıma var olmaya çalışıyorlardı. Aidiyetsizliğin hırçınlaşmış çırpınışları gibi...
▪Bu bağlamda banliyölerde yaşayan yoksul halkın sisteme karşı toplumsal olarak birikmiş bu öfkelerini yine kendileriyle aynı geçmişe sahip, hatta kendi içlerinden çıkıp polis olmuş kişilere yöneltmeleri de ilginç bir noktaydı. Yani kavganın iki tarafı da aslında yine kendileri... Polis de halk da aynı yoksulluğun ve çaresizliğin pençesinde ama durmadan birbirlerini kırıyorlar.
▪Özellikle bu açıdan finali o yere çarpışı layıkıyla hissettiriyordu. Hiç beklemediğim anda ben de Vinz ile beraber beynimden vurulmuşa döndüm. Aslında film içinde çok kez finaline gönderme yapılmıştı ama yine de beklemiyordum. Her şey olup bittikten sonra film boyunca hissettirilen o kehaneti anlamış oldum biraz.
Mesela Hubert, "Nefret daima nefreti doğurur. Okula gitseydin bunu bilirdin." dediğinde Vinz, "Okula gitmedim. Ben sokaklardan geldim ve bu bana şunu öğretti: Diğer yanağını çevirirsen geberirsin." tarzı bir şey diyordu. Bu diyalog kendi ölümlerine işaret olmuş.
Vinz aslında bir bakıma yaşadığı koşulları değiştirmek istiyordu ve sorunların çözümünü intikam olarak görüyordu. Hubert da sürekli bunun bir çözüm getirmeyeceğini, şiddetin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini telkin ediyordu ve böylece daha aklı başında, mantıklı ve barışçıl bir tutum sergilerken tam da kaçtığı şeyin avucuna, mevcut koşulların pençesine düştü. İntikamı akılsızlık olarak görüyordu ama o an duygusuna, öfkesine yenik düştü. Dolayısıyla filmin bu finali, sorunlar kolay kolay değişmeyecek çaresizliğini hissettirdi.
▪Filmin bu sorunlara getirdiği bir çözüm eleştirisi de var gibiydi. Bunu da banliyö ve şehirdeki polislerin tutum ve davranış farkları üzerinden anlatmış. Nezaket ve şiddetin arasındaki o kocaman farkı dile getirmiş film. Daha net ifade etmek gerekirse bir yanlış başka bir yanlışla çözülemez, yerine bir doğru konamadığı müddetçe sorun ortadan kalkmayacaktır, demiş filmimiz.
▪"Dünya sizindir" duvar yazısını Said'in "Dünya bizimdir" olarak değiştirmesi de düşündürücü bir detaydı. Ben bu kısmı ötekileştirmeye bir vurgu gibi siz-biz şeklinde ayrımlaştırma olarak yorumladım. Bir de bu sloganı şehirde görmeleri, o şehir yapısının, düzeninin, konforunun kendi mahallelerinin gerçeklerine çok uzak ayrı bir dünya gibi olması da bunu hissettirdi.
▪Bir de Vinz'in film boyunca şiddet hayalleri kurup o an geldiğinde tetiği çekememesi de ezilen tarafın gücü bulunca ezene dönüşmesine tersten bir eleştiri gibi geldi. Vinz'in silahtan aldığı bir şiddet gücü vardı ama bunu kullanamadı, ezen taraf olmadı. Bu da final sahnesini daha etkileyici kılan bir detaydı bence çünkü Vinz'in merhametinin olduğunu, katil olamadığını, temelde silahın varlığının Vinz için kendini koruma, bir nevi güvenlik isteği olduğunu gördük ve aynı zamanda da hayatın daha başında, genç ve toy birinin yok yere öldüğünü de görmüş olduk...
▪Bu sahnede yer alan Dazlak olayını da tam anlamadım. Yani Dazlak kavramı İngiltere'de işçi sınıfının gençlerinden çıkmış ve dünyaya yayılmış bir hareketmiş. Almanya'da bunun ırkçı bir duruma dönüştüğü de malum ama filmde yer almasının yorumunu tam çözemedim, bilgim yetmedi.
▪Bu arada Vincent, Hubert ve Said aynı zamanda oyuncuların gerçek isimleriymiş. Bir bakıma gerçek ve kurguyu iç içe işlemiş yönetmen, çoğu kez dördündü duvarı yıkarak hem gerçek olayları temel alırken hem de izlediğimizin bir film olduğunu da hissettiriyordu. Filmde bunun en bariz örneği çatıda oturdukları sahnede Eyfel Kulesi'nin ışıklarını söndüreceğini söyleyen Said'e diğerleri de "Saçmalama, o anca filmlerde olur" diyordu ve üçü gittikten sonra Eyfel'in ışıklarının söndüğünü görüyorduk.
▪Son olarak tuvaletteki yaşlı adamın anlattığı trene yetişmeye çalışma hikâyesi de yine yoruma açık bir sahneydi, buradaki kaçan tren herkes için farklı bir kavramı simgeleyebilir. Benim aldığım eleştiri aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemenin mantıksızlığı üzerineydi, trene yetişmeye çabalayan kişi de çaresizliği vurguluyordu.
Yani biraz zorlama bir anlam mı oldu, bilemiyorum tabii ama o sahneye dair başka mantık bulamadım 😅
Belki de sadece espiri katmak içindir. Amcanın olaya dahil oluşu diğerlerinin tam hararetli tartıştıkları sırada olması ve bir de yukarı bakıp sonra aşağıda amcayı görmeleri komikti 😂
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
⚠️Spoiler bitti⚠️
Velhasılıkelam, eeee ama hâlâ buradasın 🤨
Hâlâ okuyor musun?
Gidip izlesenize filmi 🍿😶🔫
(Tabii ki silah zoru yok, hür iradenizle izleyebilirsiniz 😂)
9/10
⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐☆