KELİMELER ve ŞEYLERİN SONU, HAYATIN BAŞLANGICI: KARAKTER OTOPSİSİ – Belki biraz Wittgenstein’ın demeye çalıştığı.. *!bin yıllar öncesinden kalmış önemli bir şeyin anımsanışı.. Ölümün kapıda olduğu bir dünyada, kendi hikâyeni kim yazmalı? Bu sorunun cevabını Shirley MacLaine'in karakteri Harriet Lauler'den daha…devamıKELİMELER ve ŞEYLERİN SONU, HAYATIN BAŞLANGICI: KARAKTER OTOPSİSİ – Belki biraz Wittgenstein’ın demeye çalıştığı..
*!bin yıllar öncesinden kalmış önemli bir şeyin anımsanışı..
Ölümün kapıda olduğu bir dünyada, kendi hikâyeni kim yazmalı? Bu sorunun cevabını Shirley MacLaine'in karakteri Harriet Lauler'den daha iyi verebilecek biri var mı? "The Last Word" tam anlamıyla bir karakter otopsisi. Aman yanlış anlaşılmasın, bu bir komedi ya da tatlı yaşlı kadın hikâyesi değil. Bu, dünyanın boğazına yapışan, kontrol paranoyası, mükemmeliyetçi ve tüm bunların yanında muazzam derecede gerçek bir kadının, ölüm karşısındaki savaşının filmi. Uygar bireyler böylesi bir kadın figürünü izlerken rahatsız olacak. Çünkü dünya, başkasının tahakkümüne savaş açanlardan pek hoşlanmaz; hele ki bir kadın olduğunda.. Hep kontrol edilen, yönetilen, uysallaştırılarak “vitrin” kadın anlayışına karşı. Tam da bu yüzden ölümsüz.
Film, Harriet’in geçmişi ve bugünü arasında gidip geliyor. Kariyerinde zirveye çıkmış, her şeyi kendi kurallarıyla yapmış bir kadın, hayatının sonunda karşılaştığı “acı gerçekle” yüzleşiyor: Gerçekten sevilen bir insan mıydı, yoksa yalnızca etrafındakileri korkutan bir zorba mı? Otoriter ve mükemmeliyetçi tavrı yüzünden kızı dahil herkes ondan uzaklaşmış. Ama işte, mesele de burda ya; o da tam olarak bunu istiyor. Çünkü öylesi hayatlar için dünya ikiye ayrılır: İtaat edenler ve yönetenler. Harriet daima yöneten oldu. Ve uygarlık bunu ona affetmedi.
Harriet’in ölüme yaklaşırken yaptığı en büyük meydan okuma, kendi ölüm ilanını kendi yazdırmak istemesi. Bu noktada devreye Anne Sherman giriyor. Harriet, ölümünden sonra bile kontrolü bırakmamakta ısrarcı. Ama burada asıl mesele şu: İnsan, kendi hikâyesini gerçekten yazabilir mi? Harriet bunu yapmaya kararlı. Ölümsüz olmanın yolu, kendi hayatının kalemini ele almaktan geçer ve o da bunu yapıyor. Gel gör ki, YAZMAK EYLEMİ de BAŞLI BAŞINA YENİ BİR KİMLİK İNŞASIDIR ve dışarının kontrol saldırısına karşı öz-kontrol durumu yaratmaya çalışmak da hata ile sonuçlanabilir.. ama hangi iktidar-î mücadele masum olmuştur ki?
"The Last Word" filminin en önemli meselesi dil. Kelimelerin nasıl kullanıldığı, nasıl hatırlandığımızı belirler -yani bu kısımda Wittgenstein’dan alıntılar veya çağrışımlar da yapılabilinirdi; yapmadım- . Harriet bunu herkesten daha iyi biliyor. Yaşamı boyunca dilin gücünü kullanarak kariyer yapmış bir kadın için, ölüm ilanı da nihai bir manifesto. Filmde Harriet’in sözcüklere olan hâkimiyeti, onun gerçek bir “otorite” figürü olarak ayakta kalmasını sağlıyor. Burada biraz Orwellvari (1984 falan) bir gerçeklik devreye giriyor: Kim dili kontrol ederse, dünyayı da kontrol eder. Harriet, kendi anlatısını inşa ediyor. Dünya onun hakkında ne düşünürse düşünsün, o kendi kelimeleriyle hatırlanacak. Bu, otoriteyi kurmanın ve sürdürmenin en incelikli yollarından biri. Ama gerçekten başarılı oluyor mu? Bu sorunun cevabını vermeye filmlerin gücü de yetmez, başka “şeyler de” lazım.
Harriet’in yaşlı, kibirli ve sevimsiz biri olarak sunulması tesadüf değil. Uygarlığın tarih boyunca güçlü diye tasvir (inşa) ettiği kadın figürlerinin medyada nasıl sunulduğuna bakın. Lady Macbeth’ten Margaret Thatcher’a kadar, her güçlü kadının arkasına bir "sevimsizlik" miti yerleştirilmiştir. Kadın güçlüyse, o zaman kesinlikle sevilmez olmalıdır. Harriet de bu klişe ile savaşıyor. Ancak film, onun yalnızca zorba bir karakter olduğunu söyleyerek kolay yolu seçmiyor. Harriet’in biraz da hassasiyeti, yalnızlığı, geçmişteki hataları ile yüzleşmesi…film boyunca aklımdan çıkmayan gerçek şu: Eğer Harriet bir erkek olsaydı, onun bu özellikleri "kararlı" ya da "vizyoner" olarak anılacaktı.
Bu noktada, film kendine başarı-başarısızlık oyunu oynuyor. Başarılı, çünkü Harriet’i tam anlamıyla üç boyutlu bir karakter olarak sunuyor. Başarısız, çünkü sonunda onun yumuşamasını istiyor. Sanki bir kadının güçlü olması, kendi ayakları üzerinde durması yetmezmiş gibi, son anda bir "insanileşme" sürecine girmesi gerekiyor. Çünkü sinema, kadın karakterlere yalnızca güçlü oldukları için mutlak bir haklılık tanımıyor. Harriet’in de en sonunda "daha iyi" biri olması gerekiyor. Ama bu gerçekten gerekli mi? Güçlü bir kadının değişmesine gerek var mı? Belki de asıl isyan, değişmeyi reddetmektir.
Film, her ne kadar özgür iradeyi yüceltiyor gibi görünse de, toplumsal beklentilerin bireyin üzerindeki ağırlığını da inkâr etmiyor. Harriet’in son yolculuğu, aslında onun için bir özgürlük manifestosu (ki, içinde yücelik barındıran her türlü durum da TAHAKKÜMDÜR). Bir yandan da ironik bir paradoks barındırıyor: En büyük özgürlüğü, ölüm ilanı yazıldıktan sonra buluyor.
"The Last Word" bin yıllar öncesinden kalmış çok önemli bir şey anımsattı: Kadınların isterlerse güçlü, baskın ve acımasız olabileceği. Ancak asıl mesele ise; bunun neden büyük bir sorun olduğu ve öyle kodlandığı gerçeği. Dünya, Harriet gibilerden korkar. Çünkü, yazmak gibi konuşmak da -söz söylemek de- başlı başına bir kimlik inşasıdır ve kurgusal hikayeler üzerinden devasa bir yapıya gelen uygarlık, kendi sözleri dışında söz sevmez, biraz da korkar; neme lazım belki o söz, bin yılların kurmacasının temellerini alaşağı etmeye dönüşebilir..
*alakasız olabilir; başlangıçta ne söz vardı ne de ışık. !Eylem vardı(r).. bu, rasyonel, ontolojik, felsefik vs. vs. her türlü tartışma ile de belirlenebilir..