Come and See - Gel ve Gör Savaşın Gözlerindeki Kabus Bazen bir film sadece izlenmez, yaşanır. Elem Klimov’un Come and See’si de tam olarak böyle bir deneyim. Film bittiğinde, koltuğunda bir süre kıpırdayamıyorsun. Gözlerin boşluğa dalıyor, kafanın içinde uğuldayan bir…devamıCome and See - Gel ve Gör
Savaşın Gözlerindeki Kabus
Bazen bir film sadece izlenmez, yaşanır. Elem Klimov’un Come and See’si de tam olarak böyle bir deneyim. Film bittiğinde, koltuğunda bir süre kıpırdayamıyorsun. Gözlerin boşluğa dalıyor, kafanın içinde uğuldayan bir sessizlik çöküyor. Bir film izlediğini unutuyorsun, çünkü bu sadece bir savaş filmi değil; savaşın içindeki insanın çöküşünü, ruhunun nasıl parçalandığını ve geriye neyin kaldığını gösteren bir kâbus.
Filmin merkezinde, 14 yaşındaki Flor var. O, savaşın ne olduğunu bilmeyen, heyecanlı bir çocuk. Elinde tüfeği tutarken gözlerinde bir maceraya atılmanın coşkusu var. Ama işte film boyunca bu gözler değişiyor. Önce korkuyla büyüyor, sonra yorgunlukla doluyor ve en sonunda içlerindeki ışık tamamen sönüyor. Aleksei Kravchenko, gerçek bir çocuğun nasıl yaşlandığını bize yüzüyle anlatıyor. O yüz, film ilerledikçe bizden yaş alıyor sanki. Onunla birlikte biz de yaşlanıyoruz.
Savaşın en korkutucu yanı ne bombalar ne de kurşunlar. En korkutucu yanı, insanların içindeki insanlığın nasıl yavaş yavaş silindiğini görmek. Flor’un başına gelen her felaket, onun içindeki çocuğu biraz daha öldürüyor. En sonunda, onu ilk gördüğümüz kişiyle karşılaştırınca fark ediyorsun: Savaş, insanı öldürmeden önce ruhunu yok ediyor. Ve bazen yaşamak, ölmekten daha ağır olabiliyor.
Klimov’un kamerası, Flor’un gözünden dünyaya bakmamızı sağlıyor. Bazen gözleri sulanıyor, bazen bakışları donuklaşıyor. O donuk bakışlar öyle bir yerleşiyor ki, günler sonra bile zihnine kazınmış şekilde buluyorsun kendini. Filmde kimse uzun uzun savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmıyor, çünkü savaşın en büyük kanıtı o gözlerin içinde yatıyor. Özellikle kulübe sahnesi… İnsanların diri diri yakıldığı o an, çığlıkların içinde öyle bir çaresizlik var ki, bir noktadan sonra sesler bile insana ulaşılamaz hale geliyor. O an Flor’un yüzüne bakan biri, insanın ruhunun nasıl çöküşe geçtiğini izler.
Ve en sonunda Hitler’in portresine ateş eden Flor… Film boyunca gördüğü her şey, onun içindeki son umudu da yok etmiş gibi. Tüfeğini ateşledikçe zaman geriye sarıyor, Hitler doğduğunda duruyor. Ama o an anlıyoruz ki hiçbir şey değişmeyecek. Ne geçmişi değiştirmek mümkün ne de yaşananları unutmak. Savaşın en büyük trajedisi de bu değil mi zaten? Geriye saramayacağımız bir acı, ne kadar kaçarsak kaçalım içimize kazınan bir kabus.
Come and See, belki de izlenmesi en zor filmlerden biri. Çünkü savaşın estetikleştirildiği filmlerden değil, tüm çirkinliğiyle yüzümüze çarpan bir gerçek. Ama en zor tarafı, savaşın yıktığı insanların gözlerine bakmak. O gözlere baktığında, bir daha asla eski haline dönemeyeceğini biliyorsun. Çünkü bir film izlemiyorsun, bir insanın yavaş yavaş ruhunun öldüğünü görüyorsun. Ve bu, her şeyden daha acı verici. Bu yüzden Come and See, sadece bir savaş filmi değil; insanın, insanlığa karşı işleyebileceği en büyük suçların bir belgesi. İzledikten sonra unutmak mümkün değil. Zaten Klimov’un da dediği gibi:
“Bu filmi daha sert yapamazdım. Daha fazla dayanamazdım.”