İnsan yazmalı. Söz konusu olan her şey hakkında yazmalı hem de. Bu bazen sevgi üzerine olmalı, bazen nefret; bazen arkadaşlık, bazen düşmanlık. İnsan iki çift mantıksız laf etmeli geçen zaman, giden günler hakkında. Sözcüklerin yetersiz geldiği yerlerde durmasını, sözcükleri sokak…devamıİnsan yazmalı. Söz konusu olan her şey hakkında yazmalı hem de. Bu bazen sevgi üzerine olmalı, bazen nefret; bazen arkadaşlık, bazen düşmanlık. İnsan iki çift mantıksız laf etmeli geçen zaman, giden günler hakkında. Sözcüklerin yetersiz geldiği yerlerde durmasını, sözcükleri sokak ortasında azarlamasını da bilmeli. Küfürleri karıştırmalı sözlerine. Sözcükleri kovalamalı ve hatta kaçarken polislere haber vermeli. “Kaçıyorlar memur bey?”. “Ben kendimi anlatamadan onlar okunmayacak kitaplara, yaşanmayacak hayatlara kaçıyorlar.” Demeli. İnsan kelimelerle konuşmayı öğrenmeli.
Tabii ne kadar yazarsak ve konuşursak konuşalım, ne kadar çok dil ve kelime bilirsek bilelim. İçimizdeki her duyguyu birkaç harf içinden çekmemiz absürt olurdu. Cengiz Aytmatov’un dediği gibi “Bütün duyguları anlatmaya yetecek kadar kelime yoktur, gerek de yoktur. Bazı gemiler gider beklersin ama geri dönüşü yoktur...” (Cengiz Aytmatov, 2002, sf.26) Sonuçta insanlık hep aynı duygulara ve dertlere gömülmüş değildir. Her dert, her duygu kendine özgüdür ve bunları anlatmaya çalışmak, onları belli başlı kalıplara sokmak, onların kendi köklerinden uzaklaştırılması olurdu. Bırakalım bazı duygular, bazı kavramlar kalplere özgü kalsın, kalem kâğıda dökülmesin ve sadece hayata karışsın. Bu duygulardan, kavramlara örnek olarak arkadaşlığı verebiliriz. Arkası o kadar doludur ki aslında kelime çok yetersiz ve sığ kalır. O yüzden çeşitli benzetmelere kurban gider ama asla anlatmaya çalıştığımız şeyi anlatamayız. Dediğim gibi gerek yoktur aslında anlatmaya ama insan anlatamadığı her şeyi zamanda bırakır. Yolunu kaybetmemek için arkasına ekmek kırıntıları atan bir yolcu gibi duygularını zaman çizgisinin belli noktalarına bırakıp geçer hayattan. Yaşadıktan sonra arkasına baktığında anıları değil duygularını görür, onları hisseder. “Zamansa bir küfür gibi kararıyor adamım.”
Ahmet Telli Arkadaşlık Günleri şiir kitabında, içimde kalmış ve adını koyamadığım duyguları o kadar güzel kaleme almış ki yaşadığımı unuttuğum ve sadece içimdeki hislerini hatırladığım o anıları gün yüzüne çıkarmış. Kitabı okurken, yaşarken döktüğüm ekmek kırıntılarıyla geçmişe geri yürüyüp, arkadaşlarımla tekrar tanıştım. Hatta bazen tarihin kaybolmuş sayfalarında bile ayak izlerimiz olduğunu; notaların arkasına gizlenmişlerin, kelimelere, onların da şiire döküldüğünü gördüm. Şiirin tüm tarihten, duygulardan, anılardan, müzikten beslenmesini ve bunları kelimelerin matematiğiyle ahenkli bir arşive dökmesi karşısında kendi duygularımın da o arşive dahil olduğunu, şiirlerin duygularıma tercüman olduğunu anladım. Belki onun da uygun kelimeleri seçemediği yerler olmuştur ama hisler yanılmıyor işte. Onun anlatmaya çalıştığını anlayamasam da hissettirmeye çalıştığını ben de onunla hissettim. Hepimizin kendine özgü duygularının kesişim noktalarını çok güzel bulmuş. “O zamanlar arkadaşlık günleriydi adamım.”
Hayat bitiyor. Öyle uzun bir roman ya da hikâye olarak falan da değil. Bir şiir gibi bitiyor. Kafiyesiz, ölçüsüz, anlamsız bir şekilde, hızlıca dizeden dizeye atlarken, yani tanrı rivayeti ölüme doğru yürürken insan, geride bıraktığı her şey dünyaya bir armağan olarak kalıyor. Dünyanın uzak bir noktasında çekilmiş bir fotoğraf karesindeki gülüşü, evinin yakınlarındaki bir kafede salep içerken arkadaşlarıyla ettiği bir sohbet, yıllar evvel okuyup rafa kaldırdığı bir kitaptaki altı çizili bir cümle… Bu duyguların hiçbiri onunla kaybolmuyor. Onlar ebediyen yaşamaya devam ediyor hayatının şiirinde. Biz de bu kısacık şiire; dostluklar, aşklar, devrimler, sohbetler, çocuklar, hayaller sığdıracağız. Ve sonra Ahmet Telli gibi kelimeleri kovalarken yorulup bir köşede oturarak, geçtiğimiz yollara son kez bakıp, “Başımı omzuma koy adamım gidiciyiz galiba.” Dizesini tekrarlayacağız.