Kaleme aldığım bir takım şeyler.. Yaşadığını hissetmek ile yaşadığını görmek arasındaki derin uçurumun o meçhul sınırı pek bir ilginçtir. Zira gördüğün şeyin yaşam olduğunu kavramak, çoğu zaman duyu organlarının yetersizliğinden ötürü, sezginin haricinde bir yorum gerektirir. Bu sebepledir ki, bazen…devamıKaleme aldığım bir takım şeyler..
Yaşadığını hissetmek ile yaşadığını görmek arasındaki derin uçurumun o meçhul sınırı pek bir ilginçtir. Zira gördüğün şeyin yaşam olduğunu kavramak, çoğu zaman duyu organlarının yetersizliğinden ötürü, sezginin haricinde bir yorum gerektirir. Bu sebepledir ki, bazen hayat dediğimiz ve birkaç ritmik titreşime bedel gibi gözüken bu karmaşık mevcudiyetin mahiyetine dair birtakım kelamlar sarf etmek, halen ağır bir bilinç yükü taşımaktadır. Kısa görünen mutlulukların hayatımızdaki yeri, bu bilmecenin ilk düğümüdür.
İnsan, ancak ve ancak gereksinimlerini deterministik bir plandan azade kılarak bu farklılığa erişebilir. Fakat farklılık sanıldığı gibi iyi değil, özünde bir sapmadır. Bir noktada, benlik denilen yanılsama, tüm kayıpların birer epistemolojik vehim olduğunu idrak etmeli. İnsan, aynaya baktığında yalnızca kendini değil, tahayyül ettiği suretin gölgesini de görür; fakat bu iç içe geçmiş yansımaların farkına varamaz. İşte bu yanılgı, zehir misali damarlarımızda dolaşmaya başlar ve varoluşumuzun iç dinamiklerini felç eder. İnsan, öznelleşme sürecinde duygularıyla beraber bir çöküş felcine maruz kalır; ancak bu çöküş, bilincin arka planında sinsice işlemeye devam eder. Zihin, anlamı fark edemeden, olguların keskin uçurumuna yuvarlanır. Yaydan fırlamış bir okun havada süzülüşünü izlemek gibi; o oku görmezden gelebiliriz, fakat işittiğimiz esinti, onun varlığını inkâr etmemize müsaade etmez.
Hiç kulağınızın yanından geçip giden okun bıraktığı keskin esintiyi duyumsadınız mı? Ben duyumsamadım, fakat nasıl bir titreme yaratacağını kestirebiliyorum. İşte her şey bundan ibaret.
Birtakım anlar, okun sizde bıraktığı soluk bir esinti, hatta yankısız bir fısıltı gibi gelecektir. Çoğu insan, bununla yetinerek varoluşsal kayıtsızlığını muhafaza eder. Ancak pek azı, (ve bu pek az olanlar, ontolojik sorgunun en uç noktasına savrulanlardır) okun yönünü merak eder ve ardına dönüp bakma cesaretini gösterir. İnsan, henüz doğduğu andan itibaren bir öğrenme sürecine tabi tutulmuşken, 'son' mefhumuna dair bir muhakeme içinde kaybolması, arkasına dönüp bakmanın getireceği ağırlığı hesaplamadan hareket etmesi, kaçınılmaz bir şekilde onu varoluşsal uçurumun eşiğine iter.
Bana öyle geliyor ki "ben" kavramı, artık dokunulmaz bir hatıra olmaktan çıkıp, nesnel hakikatler mezarlığında çırpınan bir mahkûma dönüşmüştür. Zira öznelliğin çözüldüğü bu anlarda insan, yaşadığını sanarak fakat farkındalığından bihaber bir biçimde nefes almaya, yemeye ve içmeye devam ediyor. İşte tam da bu noktada şu basit fakat derin gerçeği kavramalıyız: Hayat, sandığımızdan çok daha sade bir illüzyondan ibarettir. Pek çok şey gibi, o da, kutsal bir perdeyle örtülmüş sıradanlığın kurbanıdır. Peki, bu denli yüceltilmiş bir düzenek bile basite indirgenebiliyorsa, hayatın iç içe geçmiş kördüğümü nasıl çözülecektir?
Bu sorunu herhangi bir akıl yürütmeyle temellendirmek ne ölçüde mümkündür? Ben bunu olağan görmemekle beraber, konu hakkında neredeyse mutlak bir imkânsızlık duruşu sergiliyorum. Çevremizin bize sunduğu ya da hayat boyu benimsediğimiz herhangi bir olgunun, insanoğlunun varoluşunu anlamlandırmasına yetkin olabileceğini düşünmek, tımarhanede bir delinin 'Ben iyiyim, deli olan sizlersiniz' iddiasına denk bir mantıksal sapmaya sahiptir.
Aslında kavramı kökünden incelediğimizde, deli sanılan kadar deli değildir. Bir noktada haklılık payı vardır. Ancak bu varoluşsal kördüğümün dünyevi tasarılarla çözümlenebilme ihtimali ne denli mümkündür, işte bu başlı başına bir muammadır. Ne var ki, er ya da geç bu muammayı kuşatan bilinmezliğin perdesi aralanacak, ve göz kamaştırıcı hakikat, perdenin ardında tüm kudretiyle beliriverecektir. İşte o an geldiğinde, gölge yerini aslına bırakacak, hiçlik, varlık karşısında diz çökecektir...