nilgün marmara tarafından boğaziçi üniversitesinde mezuniyet tezi olarak yazılmış bir çalışma. makale grane'in şu harika şiiriyle açılır; "çölde bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi. çömelmiş oturuyor yüreğini ellerinde tutuyor yiyordu. dedim ki: "tadı güzel mi dostum?" "acı, acı" diye karşılık verdi,…devamınilgün marmara tarafından boğaziçi üniversitesinde mezuniyet tezi olarak yazılmış bir çalışma. makale grane'in şu harika şiiriyle açılır;
"çölde
bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi.
çömelmiş oturuyor
yüreğini ellerinde tutuyor
yiyordu.
dedim ki: "tadı güzel mi dostum?"
"acı, acı" diye karşılık verdi,
"ama seviyorum
çünkü acı
ve benim kalbim".
cemal süreya'nın deyimiyle, "bu dünyayı başka bir dünyanın bekleme odası gibi gören" marmara, plath'ın kendi varoluşunu anlamlandırmak ve bu anlamı gerçekleştirmek istediğini söylüyor; plath derin bir felsefi oyun oynuyordu, intihar da bu oyundaki hamleden ibaretti sadece. bugün nilgün marmara'nın da intihar ettiğini bildiğimiz için makale bir düşünce deneyine dönüşüyor aslında...
nilgün marmara için intihar varlığına son vermekten ibaretti. camus'nun da şöyle söylediği gibi; “gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” ve sisifos'da ekler; "intihar, yaşamın üstün olduğunu kabul etmektir." bu da demek oluyor ki; intihar gerçekten de bir paradokstur: yaşamdan vazgeçmek, varoluşa verilebilecek tek cevap ise, bu bir uzlaşmadır. kurtuluş, tıpkı yabancı'da olduğu gibi, anlaşmaya varmak yerine ona başkaldırmak, yaşamak ve nihai kabullenişi reddetmektir.
nilgün, izninizle böyle diyeceğim, kutsal bir son istiyordu, böylece son sözünü söyleyebilecekti. “kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir." plath ise camus'yu hatalı çıkartacak bir oyunun içerisindeydi; intiharı bir uzlaşma bağlamında değil, aksine varoluşun içerisine yerleştiriyordu.
hayat bir dönenceden ibarettir, sonsuz kere döner. bu düzeneğin içerisindeki bizler savrulur, çarpışır ve sonunda pahlanırız. plath ya da nilgün bu düzeneği reddettiler evet; birisi kendini korumak için, birisi düzeneğin dışında da durulabileceğini göstermek için...
schopenhaure'a 19.yy da insanı ufka ulaşmaya çalışan, dalgalı bir denizdeki tekne içerisinde tasavvur etmiştir. ona göre insanın kurtuluşu ancak ufka ulaşmaktan geçer. bunu yapabilmek için de hayat denilen dalgalı denizle mücadele etmesi gerekmektedir. schopenhaure'dan oldukça etkilenen nietzsche ise ezginin ancak bitişiyle anlam kazanacağını öne sürerek, insanın önünden ufuk çizgisini kaldırmıştır. böylece insanlığın tüm umut kırıntılarını yok ederek, tamamen pesimist ve karanlık bir denize hapsetmiştir onu. kendine ait sadece bir tekne vardır ve bu da bizim hayata karşı duruşumuzdur. mutlak bir kurtuluştan ise söz etmek imkansızdır. ancak dibe batmaktan bahsedilebilir. sartre ise insanın altından tekneyi de almış; onu karanlık ve dalgalı bir denizde çırılçıplak bırakmıştır. tıpkı tanrının da yaptığı gibi. bu durumda kurtuluştan kesinlikle bahsedilemez. tek bir gerçek vardır; o da varoluş durumunu ne kadar gerçekleştirebileceğimizdir. ya da shakespare'in deyimiyle "olmak ya da olmamak"tır. ya da can yücel'in çevirisinde kullandığı gibi;
"bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?"