Le Mans '66 sizi alı koyduğu 2.5 saatin tamamında insanın kanına işleyen yüksek temposuyla, dopamin depolarında aşırı yüklemeye sebep olan kurgusuyla, insana yer yer ilham ve motivasyon veren,yer yer ise ciğerleriniz parçalanırcasına adalet aramaya iten ve yer yer de isyan…devamıLe Mans '66 sizi alı koyduğu 2.5 saatin tamamında insanın kanına işleyen yüksek temposuyla, dopamin depolarında aşırı yüklemeye sebep olan kurgusuyla, insana yer yer ilham ve motivasyon veren,yer yer ise ciğerleriniz parçalanırcasına adalet aramaya iten ve yer yer de isyan ettiğiniz uzun lafın kısası insanı kompleks bir duygu durumuna sokan seyir zevki çok yüksek bir yapım.
Ana karakterimiz Ken Miles yabani ve vahşi doğasıyla, mekanik konusunda dahiyane bir perspektife sahip,bunun yanı sıra tutkulu bir vizyoner. Tıpkı çoğumuz gibi orta/düşük gelirli bir hayat standardına sahip olan bir araba tamircisi. Fakat onu ortalama ve rutine hapsolan çoğunluktan ayıran birşey var; safkan bir yarışçının doğasına ve hayata ne yapmak için geldiğini bilen bir adamın erginliğine sahip kendisi.
Carrol Shelby ise Le Mans yarışını ilk kazanan Amerikan olarak tarihe adını yazdırmış yetenekli bir safkan yarışçı. Yaşadığı vasküler bozukluklardan dolayı ise Le Mans'ı kazandıktan hemen sonra yarışmayı bırakmak zorunda kalmış ve araba satıcılığına başlamış. Ford Motors'un düşen satış oranları ve şirket imajında değişikliğe gitmek için ona götürdüğü teklif ile ise karakterlerimizin kırılma süreçleri başlamış oluyor.
Ford Motors seri üretime bağlamış ve hiçbir anlam ifade etmeyen fabrikalaşmış araba üreticisi imajını yıkmak ve çalışma prensiplerinde renovasyon yapmak üzere Le Mans yarışlarını katılarak dönemin en prestijli araba üreticilerinden olan Ferrari'nin adımlarından ilermeyi planlıyor. Bunu yaparak değişen genç jenerasyonun ilgisini çekecek çarpıcı ve anlamlı bir marka imajı çizmek istiyor. Bunun için ise Carroll Shelby liderliğinde bir takım kurup yarış arabaları üretmeye başlıyorlar. Shelby iyi bir yarışçı olduğu kadar iyi bir gözlemci de olduğu için mentorluk yaptığı Ken Miles'ı takımına dahil ediyor.
Senaryo böyle başlıyor ve devamında beyaz yakalılar tarafından makinalaştırılan,herşeyin kar gütme amacıyla gerçekleştirildiği fabrikalaşmış iş etiği üzerinden ağır eleştirileri ile güzel bir eleştiriye imza atıyor. Günümüz dünyasında işçi sınıfının makineleştirilerek itaatkar bir köle haline getirildiğini,zanaat ve renovasyondan uzak çalışma prensiplerini, yönetici sınıfının işçi sınıfı üzerindeki dengeden uzak ve baskıcı etkisini, zincirleşmiş üretim devi şirketlerin üretim yerine tekrara düşüp birer pazarlama çöplüğu haline geldiğini çok güzel resmediyor böylelikle yönetmen James Mangold.
Shelby ise yarışçı olmanın getirdiği tutkulu yapısı ve işe hakim olmasıyla şirketin yönetim kurulunun kafasında kurduğundan çok daha gerçekçi bir devrime adım atıyor takımıyla. Hırslarının kölesi olan ve kendi egomanyaları içinde sarhoş olmuş beyaz yakalıların kalıpçı yapısı önlerinde engel olsa da Shelby ve Miles'ın araba tutkusuna, özgün doğalarına yeniliyorlar sonunda.
Yarış tutkusunu özgün ve çarpıcı bir şekilde yorumlamaktan geri kalmayan yapım arabaları makinalaştırmak yerine ruhuyla ele alıyor. Araba sürmek gibi gündelik bir kavramın ve yarış stratejilerinin ne kadar komplike,zor bir o kadar da tehlikeli olduğunu gözler önüne sererek bu konuda bilinçsiz insanların yarattığı basitlik algısını kırıyor.
Ford'un en büyük rakibi olan Ferrari şirketinin ilkeli,renovatif,kaliteli ve gerçek bir araba tutkunu etiği ile resmederek markaya şapka çıkarmayı da es geçmiyor film.
Teknik kısımlarını ise tek kelime ile anlatmak gerekirse tam bir şaheserdi film.
Biyografi ve spor draması alanında adından bahsettirecek bir yapım olan Le Mans '66' in en çarpıcı noktası bana sorarsanız Ken Miles gibi haksızlığa uğramış bir cevherin hikayesini insanlığa duyurmasıydı.
Bu yüzden Ken Miles gibi biri işinde gösterdiği özveri ve tutkuyla, yalın ve kopyalanmamış ham karakteri ile insanlığa ilham olan ve önünde şapka çıkarılması gereken bir ikon.