Kont Armand’ın Umutsuz Düşü Umutsuzluklar, çareyi tüketen en büyük düşlerdir. Kont Armand, o gece dışarı çıkarken yanına hiçbir şey almamıştı. Kendini malikanesinden dışarı atması sadece birkaç saniye sürdü. Günlük yaşamında giyimine özen gösterse de, bir önceki gece gördüğü düşün etkisiyle…devamıKont Armand’ın Umutsuz Düşü
Umutsuzluklar, çareyi tüketen en büyük düşlerdir.
Kont Armand, o gece dışarı çıkarken yanına hiçbir şey almamıştı. Kendini malikanesinden dışarı atması sadece birkaç saniye sürdü. Günlük yaşamında giyimine özen gösterse de, bir önceki gece gördüğü düşün etkisiyle pespaye bir halde soluğu Le Marais’de buldu.
**Le Marais**, ismini bataklıktan alan, görkemli ve grotesk bir semtti. Bataklık ve görkem aynı karede birleşmiş gibiydi, tıpkı Kont Armand’ın içsel dünyasında olduğu gibi. Armand, Fransız dukalığındaki servetiyle kıyaslanabilecek bu şehrin görkemini, mimari yapılarının eşsiz uyumunda buluyordu. Le Marais, doğal bir güzelliğe sahipken, Fransız aristokrasisinin maskeli baloları yapay ve aldatıcıydı. Armand, bu ikiliğin farkındaydı. Maskeli balolar, ona göre, aristokrasinin ikiyüzlülüğünü gizlemeye çalıştığı çaresiz bir ayindi.
Le Marais’nin çan kuleleri ve tepelerinin dinginliği, Armand için bir Aden gibiydi. Ancak o gece, cennetten kovulmuş bir düşten uyanmıştı. Bu bulanık ruh hali içinde, kafasında bir fikir belirdi: Ya düşünde gördüğü kadın, Lady Roseline, bu gece burada, Le Marais’de karşısına çıkarsa?
Bu düşünce, Armand’ı adeta bir saplantının fitilini ateşleyen bir simyacıya dönüştürdü. Rüyasında gördüğü kadını aramak, onu şehrin sokaklarında amaçsızca dolaşmaya sürükledi. Okuyucuyu daha fazla merakta bırakmadan, Kont Armand’ın rüyasını anlatalım:
---
O gece gördüğü düş şöyleydi: Kont, malikanesinde oturmuş, elinde mürekkepli kalemi ve ayaklarında çıkarmadığı çizmeleriyle, döşemede yatan boş bir kâğıda bakıyordu. Henüz hiç görmediği bir Lady’ye mektup yazıyordu. Rüyasında gördüğüne inandığı bu kadın, ona yabancıydı ama içsel bir yakınlık hissettiği biri gibiydi. Birden kapı çaldı ve uşağı yüksek sesle, "Kont hazretleri, sizi tanıdığını iddia eden bir Lady dışarıda bekliyor," diye seslendi. Armand, şaşkınlıkla uşağına baktı, sonra, "Siz çıkın, ben hemen geliyorum," diyerek dışarı çıktı.
Malikanesinin dışına adım attığında, alışık olmadığı bir manzara ile karşılaştı. Masmavi gökyüzü, gitgide kızıl bir alev rengine bürünüyordu. Sanki malikanesiyle dışarısı arasında iki ayrı dünya oluşmuş gibiydi. Gözlerini yere indirince, sırtı dönük bir kadın gördü.
"Matmazel, sanırım benimle görüşmek isteyen sizsiniz," dedi Armand. Gizemli kadın, yavaşça yüzünü ona döndü. Onun yüzü, Armand’ın daha önce gördüğü hiçbir kadına benzemiyordu. Ülkesindeki tüm kadınlardan farklıydı; o kadar büyüleyici bir güzelliği vardı ki, gökyüzünün renklerini bile unutturdu.
Lady Roseline’in gözleri, gökyüzünün rengiyle uyum içinde değişiyordu. Gözlerindeki bu büyülü ifade, Armand’ı kendisine mıhlamış gibiydi. Armand, bu kadına duyduğu derin hayranlıkla yutkundu. Roseline, vakur bir şekilde başını eğerek onu selamladı.
---
"Kont Armand," diye başladı Roseline, "Sizi görmek istememin sebebi, sonsuz bir evrende, tüm çabalarımızı varlığımıza mahkûm etmek. Sonsuzluğun karanlığı bizi birbirimize doğru çekti. Sizi görmek istememin nedeni, aşkta sonsuzluğu gerçek kılmaktı. Birleşebilmemizin tek yolu, düşteki gerçekliği bulmaktı."
Kont Armand, duydukları karşısında şaşkınlığa uğradı. Roseline’in cümleleri, Armand’ın zihnini altüst ediyordu. Aşk ve ölüm arasında, gerçek ve düş arasında sıkışıp kalmıştı. Gördüğü her şey bir anlamda gerçekti, ama aynı zamanda derin bir yanılsama gibi geliyordu. Ne söyleyeceğini bilemeden, Roseline’e baktı.
Roseline, bir kez daha konuştu: “Seçim senin... ya sonsuzluk ya hiçlik.”
Bu sözlerle, Roseline geriye doğru çekildi. Bedeni adeta bir duman gibi dağılarak geceye karıştı. Armand çaresizlikle elini uzattı, ama kadının varlığı çoktan kaybolmuştu. Bir an için her şey durmuş gibiydi. Geriye kalan sadece gece ve içindeki sonsuz karanlıktı.
Armand, dizlerinin üzerine çökerek başını ellerinin arasına aldı. Şimdi biliyordu: Aşkın sonsuzluğunda kaybolmanın bedeli, ölümle iç içeydi. Düşte yaşamaya devam edebilirdi, ancak bu hayat onu giderek daha da yok edecekti. Gerçek dünyaya dönse, Roseline’i bir daha asla göremeyecekti.
Zihninde yankılanan bu ikilem, onu deliliğin sınırına itiyordu. Sonsuzluğa ulaşmanın bir yanılsama olduğunu, bu aşkın bir düşte hapsolduğunu anlamıştı, ama o düşten çıkacak gücü bulamıyordu. Nihayet, gözleri karardı ve yere yığıldı.
---
Uyandığında, hiçbir şeyin değişmediğini fark etti. Hâlâ aynı malikanedeydi, hâlâ aynı gece devam ediyordu. Ama Roseline gitmişti. Geriye dönüp ona ulaşamayacağını anladı. Zihninde her şey daha da bulanık hale gelirken, bu düşten uyanamadığını fark etti.
Artık Armand için iki dünya da birbirine karışmıştı: Gerçeklik ve düş. Hangisinin gerçek, hangisinin yanılsama olduğunu ayırt edemediği bu ikilikte sıkışıp kalmıştı. Ve o an anladı ki, asıl trajedi, ne düşte ne de gerçeklikte yaşayamayacak olmasıydı.
Kont Armand, hiçbir yere ait olamayarak öylece kaldı. Bir zamanlar büyük bir aşkla yanıp tutuşan kalbi, şimdi sadece boşluk ve umutsuzlukla doluydu. Ve son nefesini verdiğinde, ne gerçek dünyada ne de düşlerinde bir anlam bulabilmişti. Aşk ve ölüm, bir kez daha iç içe geçmişti.
Not: Yazdığım ilk öykü