Bir filmin bittikten sonra, hem de epey bir sonra, aklımı kurcalamaya devam etmesi bana dehşet bir haz veriyor. İşte diyorum, sinemayı seviyorum! Kaç gün geçti üzerinden izleyeli sayamadım ama bittiği andan beri beynimin kıvrımlarında usulca geziyor, düşünüyorum, masumları, insanları, kaderi,…devamıBir filmin bittikten sonra, hem de epey bir sonra, aklımı kurcalamaya devam etmesi bana dehşet bir haz veriyor. İşte diyorum, sinemayı seviyorum! Kaç gün geçti üzerinden izleyeli sayamadım ama bittiği andan beri beynimin kıvrımlarında usulca geziyor, düşünüyorum, masumları, insanları, kaderi, aşkı... Bu yazıya nasıl başlayacağımı, bu filmi nasıl olup da hakkını vererek öveceğimi düşünüyorum. Hâlâ bilmiyorum. Tek bildiğim 'Masumiyet'in, Zeki Demirkubuz'un içime düşürdüğü bu garip huzursuzluktan inanılmaz bir keyif aldığım.
Filmde beni en çok huzursuz eden, kimin gerçekten iyi, kimin gerçekten kötü olduğunu bir türlü kavrayamamaktı izlerken. Hobbes'un insan doğasının doğuştan kötü olduğuna dair söylediklerini hatırladım sonra. Bir de hani şu meşhur sözü: Homo homini lupus, yani insan insanın kurdudur. Hobbes bu teoriye, insanların şeref, rekabet ve güvensizlik nedeniyle sürekli çatışma halinde oldukları gerekçesini ekler. Ona göre insan, varlığını sürdürmek için bu çatışma haline mahkumdur. Filmdeki karakterlerin sürekli buna benzer bir çatışma yaşadıklarını ve varlıklarına her birinin farklı bir anlam yüklediği sonucuna ulaştım en sonunda. Yani aslında ne Yusuf'a, ne Uğur'a, ne de Bekir'e tam anlamıyla iyi diyemiyorduk çünkü hepsi kendi kaderi içinde kendi çatışmasını yaşıyordu. Zaten filmde hikayelerin sürekli bir döngü içinde olduğunu da düşünüyorum. Nitekim filmde durmadan açık görünen pencereler, kapılar karakterlerin bu döngü ve yazgı içinden bir türlü çıkamayışlarının bir tür yansıması gibi göründü bana. Ya da çıkmak için hiçbir çaba göstermeyişleri. Bir de bu döngülerin, yazgıların hepsi birbirine bağımlı, sanki hepsi bir diğerinin kaderini yaşıyor. Yusuf Bekir'in, Bekir ve Çilem Uğur'un, Uğur Zagor'un... Sanırım filmde beni huzursuz eden şeylerden birisi de buydu, kimsenin kendi yazgısına bir itirazının olmaması, sürüklenip gidişleri. Bu kadercilik mantığının aslında bir çeşit eleştiri olabileceğini düşünüyorum. Modern hayatın dayatılarıyla, değişen olgularla yaşamaya çalışan insanların bazı şeyleri fark edemeyişi ve yazgılarına teslim oluşları... Tabii burada filmde yapılan modern hayat eleştirisini de es geçmemek gerek. Hayatta ne olursa olsun akışın bir şekilde devam etmesi, arka planda duyduğumuz Yeşilçam filmlerinin sesleri gibi. Hayat, tam da böyle bir şey değil mi zaten?
Masum kimdi? Başkasının yaptığı seçimlere, başkasının kaderine takılıp giden, sesi soluğu duyulmayan, hatta varlığı bile unutulan onca kader...
Filme dair düşüncelerimi, üzerinden bunca gün geçmesine rağmen hâlâ toparlayamıyorum. Masumiyet beni felaket çarptı, varolamayışsal sancılara gark etti. Filmi izlememiş olanlara, bu filme farklı bir 'pencere'den ya da 'kapı aralığı'ndan bakmalarını, bu huzursuzluğu ta derinden hissetmelerini, kimsenin masum olmadığı ve hatta olamayacağı gerçeğiyle yüzleşmelerini tavsiye ederim.
PS: Bu film hakkında nereye baktıysam önce Kader'in izlenmesi 'gerektiği' yazısıyla karşılaştım. Bunu kesinlikle tavsiye etmiyorum, ben Masumiyet'ten sonra izledim Kader'i ve böyle olduğu için mutluyum. Sebebini Kader'le ilgili postta yazacağım, önden söyleyeyim dedim sadece. Önce Masumiyet'i izleyin :)