Zweig için, insan psikolojisini yazıya en iyi döken yazarlardan birisi derler fakat Ay Işığı Sokağı’nı okurken Zweig’in hissettikleri ve yaşamının içindeki bunalmışlığını sezdim büyük ölçüde. İçindeki mutsuzluk ve çaresizlik bu beş öyküye de yansıtılmış. Yaşadığı dönemdeki nazi baskısı yüzünden kapana…devamıZweig için, insan psikolojisini yazıya en iyi döken yazarlardan birisi derler fakat Ay Işığı Sokağı’nı okurken Zweig’in hissettikleri ve yaşamının içindeki bunalmışlığını sezdim büyük ölçüde. İçindeki mutsuzluk ve çaresizlik bu beş öyküye de yansıtılmış. Yaşadığı dönemdeki nazi baskısı yüzünden kapana kısılmış hissiyatının en önemli mektubu olabilir bu eser.
1942 senesinde eşi ile beraber çaresizlik içerisinde intihar etmiş olmalarının ön belirtisi bu kitap olsa gerek. Her hikayenin bu denli vurucu ve can sıkıcı olması, hikayelerin hepsinde aslında içimizden bir şeyler kopması ve bu olayların okuyucuyu içine çekmesi inanılmaz bir etki bırakıyor.
Beş hikayeden birincisi kitabıyla da adı aynı olan Ay Işığı Sokağı. Bir gezginin trenini kaçırması sonrası bilmediği bir kentte bir gece geçirmesini konu alıyor. Bu bir gece treni kaçıran gezgin açısından bir yaşanmışlık şeklinde seyretmese de istemeden bir başka hayatın içine konuk olmuş halde buluyor kendini. Yazar bu durumu şu cümleyle özetliyor kitapta: “Hiçbir şeyin benim için gerçekleşmediği, ama yine de her şeyin bana dahil olduğu duygusunu taşıyordum yalnızca.” Ay ışığı sokağı adlı hikayenin tamamı sürükleyici ve etkileyici olsa da okunan o son cümleler ve o belirsizlik insanı korkunç bir şekilde ürpertiyor: “Ay ışığında parmaklarının arasında haince parlayan şeyin para mı, yoksa bıçak mı olduğunu uzaktan seçemiyordum...”
İkinci hikayeye gelicek olursak, adı Leporella, bir insanın her ne halde olursa olsun beklediği şeyin bazı hislerinin tetiklenmesi olduğunu gösteriyor diyebilirim. 40’lı yaşlarına kadar hiçbir amaç gütmeksizin yalnızca para biriktirmekten hoşlanan hizmetçi bir kadının, bir erkekten hoşlanma dürtüsü ile içindeki karanlık hislerin açığa çıkması sonucu hem çevresi hem de kendisi adına kötü sonuçlar doğurmasına tanıklık ediyoruz.
Üçüncü hikaye Nişan ise bir albayın planlarının ters yönde ilerlemesi sonucu çaresizlik içinde kalarak kişiliğinden ödün vermesi ve sonrasında korkunç bir yanlış anlaşılma ile karşılaşarak hiç istemediği bir biçimde kendi yurttaşları askerler tarafından katledilmesi işleniyor.
Dördüncüsü Leman Gölü kıyısında olay, rus bir savaş esirinin sıkışıp kaldığı ülkeden kendi yurduna dönme isteği ile yanıp tutuşması fakat sonucunda kendi canından olmasıyla sona eriyor.
Beşinci ve sonuncusu olan Avare adlı küçük hikayede ise 21 yaşında hala lise okuyan bir gencin içindeki buhranı bir gün öğretmeni üzerinden boşaltması sonrasında iç sıkkınlığına yenik düşüp canına kıyması anlatılıyor.
Bütün bu kısa hikayeler aslında uzun yaşanmışlıklar ve derin yaralar barındırıyor. Bu yaraların hepsinin yazarın içinde birikmiş olması daha da can sıkıcı bir hissiyata sürüklüyor insanı. Bu kadar ürpertici hikayenin bir kafadan çıkmış olması yazarın iç dünyasının ne kadar karartılmış olduğunu ele veriyor. Bu düşüncelerle beraber dünyanın aslında ne kadar acımasızlıklarla dolu olduğu gerçeği bir an olsun akıllardan çıkmıyor.
İntihar etmiş bir yazarın kaleminden dökülenleri okuyor olmak yeterince düşündürücü iken bu hikayeler insanı daha derinlere itiyor.