Kitaptan ayrı bir hikaye ama ikisinin ortak özelliği Cihangir de yazılmış olması Perdeden günün ilk ışıkları vuruyordu. Bir çift aceleci ayak geçti camdan, sonra bir diğeri. Cihangir’deydik ve bu kadar ayak bile fazlaydı böyle bir dar kaldırımda. Pencerenin önünde kaldırımdan…devamıKitaptan ayrı bir hikaye ama ikisinin ortak özelliği Cihangir de yazılmış olması
Perdeden günün ilk ışıkları vuruyordu. Bir çift aceleci ayak geçti camdan, sonra bir diğeri. Cihangir’deydik ve bu kadar ayak bile fazlaydı böyle bir dar kaldırımda. Pencerenin önünde kaldırımdan ters düşmüş bir hamam böceği dans ediyordu. Göğü tutmaya çalışır gibiydi. Bulutlar geçiyordu, belli ki yağmur yağacak birazdan. Yorganın içi sıcak dışı ise evin rutubetinden olsa gerek ıslaktı hala. Biraz daha sokuldum sana. Yüzün Cihangir’den güzel. Güneş omzunu aydınlatıyordu, ergen tüylerinin kış güneşinde yarım kalmış sarımtıraklığı ve uyku kokuyordu tenin. Dalmışım.
- Kalkmalısın!
- Tamam, uyandım.
- Geç kalıyorum, iş görüşmesi vardı bugün.
- Bana neden söylemedin? 7 de kalkmıştım ben.
- Saat 8 ve görüşme 9 da. Geç kalmam da sadece gidiş geliş param var riske girmek istemedim.
- Yetişiriz, benim cebimde birşeyler olacaktı.
- Tuzlu fıstık almıyor bebeğim dolmuşçular.
- Aaa merdivenler de içtik dimi yine? O zaman kahvaltı edecekte param yok.
- Evet, hem de tek bir kuruş bile. Son yirmibeş kuruş ile dilek diledin. Su birikintisinden!
O kadar para ile yapılabilecek en iyi şey biraz daha paranın olmasını dilemektir. Hem ne var romantik olmaya çalışıyorsam. Sonuçta Cihangir’deyiz biraz romantizmden ne çıkar? Diye düşündüm. Göğsüm öylesine ağrıyordu ki öksürsem ciğerlerim yırtılacak gibiydi. Rutubet tenimizden dalıp bütün organlarımızı sarmıştı. Kuru elbiseleri apartmanın girişine bırakıyorduk her gece. Dün hariç!
- Giyecek tek bir kuru şey kalmamış.
- Farkındayım ve sanırım iş görüşmesine bu sebeple gidemeyecek ilk kişi olacaksın.
- Hayır canım.
Çocuk adımlarla yatağın üstüne sıçradı. Tülü çıkarıp kornişten beline bağladı. Bir balerin gibi duruyordu. Yüzünde ki gülümsemesi ile elleri belinde sağa sola sallanıyordu bayramlıklarını giymiş çocuklar gibi. ‘Ta taaaam!’ işte hazırdı. Dünyanın en takıntısız kadını tütüsünü giymiş dans ediyordu. Odadan odaya hızlı adımlarla geziyor, çıplak göğüslerini kapatacak birşeyler arıyordu. Koltukta oturmuş onu izliyordum sadece. Güneşi sadece pencere kenarından alan bu bodrum katı ev her daim soğuk olur. Bu yüzden olsa gerek göğüs uçlarımız hep sert olurdu. Bu da evin ismini sertleşen memeler sarayı koymamızın sebebiydi aslında.
- Islak bir tişört ne kadar zamanda kurur?
- Sanırım 20 dakika, senin tenin de daha erken.
- Gitmeliyim.
- Ev soğuk zaten. Bende seninle çıkayım dışarı da güneş alan bir yere otururum.
- Benimle gel derdim ama…
- Biliyorum, tuzlu fıstığım var sadece.
- Biraz versene yolda yerim.
Elimi kot ceketin cebine attığım da anladım ki dün geceden kalan tek gıdamız tuzlu fıstık artık çokta yenir halde değildi. Fakat sanırım bu aç ve dünyanın en umursamaz kadını için sorun olmayacaktı. Islak ne varsa geçirip üstüme kapının önüne çıkmıştım bile. Onu beklerken bir haftadır yaşadığım bu eve girip çıkarken hala utandığımı düşünüyordum. Küçük bir şehirden geliyordum acelem yoktu. Toplu taşıma araçları kullanmazdım. Her gün yeni insanlarla tanışmaz zaten bir çoğunu tanırdım. Sokakta insanlara çarpmamak için zigzaglar çizmezdim. Kurumak zorundaydı üstümdekiler ve güneşin en güzel nereye vuracağına dair en ufak fikrim yoktu.
- Çıkalım mı?
- Bu bir teklifse milyonlarca kez evet. Çok güzel olmuşsun. O ceket kuru mu?
- Değil ama ıslakta sayılmaz, sadece soğuk. Dolapta buldum.
Soğuktan kırışmış iki soğuk elin birbirini tutmasının bu denli keyif veren bir şey olduğunu bilmiyordum. Hızlı adımlarla beni çekiştiriyordu yukarı doğru çıkarken kaldırımı. Çıplak bacakların da küçük yara izleri vardı. Onu izlemek bu şehirin en güzel seyir teraslarının manzarasından bile güzeldi. ‘Hayretler Olsun Kıraathanesi’ bu ismi kim nasıl bulmuş bilmiyorum. Bu sokaktan geçerken beni güldüren, eğlendiren bu kahve o gün bugün hala ismini andığım da garip bir huzur veriyor bana ya da yokuşlar arasında tek düz sokak olduğu için nefes alabildiğimden ötürü de olabilir. Sokakta ki birkaç antikacı camından izliyordum seni. Biliyorum senin bundan haberin yok. Muz çorap almalısın. Bana sıcak bir merdiven ağzı lazım bilmediğim bu koca şehirde. İkimizin bu küçücük dertleri İstanbul’un umurunda değil. Sadri Alışık Sokak’tan yukarı! Hem de ne yukarı! Birkaç dakika daha sürecekse şehre küserim ama sana küsmem. Sen bu şehirden güzel, bir şehre aşık edecek kadar özelsin. İstiklal Caddesine çıkacağız birazdan. En kalabalık caddesine şehrin. Çocukluğum da gezmeye geldiğim de hayranlıkla izlediğim. Şimdi sen bu cadde gibisin. İçinde güzel şarkılar çalan, boynun dan göğüslerine Galata’ya uzanan bir yol gibi, göğüslerin Beyoğlu çikolatası, bacakların iki yana ayrılır Karaköy’e ve Şişhane’ye. İkisi arası bir tünel var tabi. Haritası çıkarılmış tenine. Caddenin büyük mağazalarının camların da yatmadığı için dövüştüğün kısa, köpürmüş saçların kargaşası olsa gerek.
- Çorap alayım geliyorum.
- Tamam şurada güneşte bekliyorum seni.
Güneşin vurduğu alanda beklerken toka satılan dükkanın vitrinin de benimle beraber Ayçiçeği modelin de tokalar. Süslü vitrinlerde durmadığı kadar güzel duracak saçlarında Ayçiçekleri. Kot ceketin içine atıyorum bir tanesini. Kalabalık en güzel kılıftır bazen. Hem daha haklı kim olabilirdi ki? Saçlarını koklamış benden öte. Hızlı adımlarla dolmuşların önüne geldik. Cebimden çıkarıp avuçlarına bıraktığım tokayı hızlıca takıverdin saçlarına. Kocaman bir günebakan oldun. Gülümsedik. İki küçük tarla faresi idik. Sen Bakırköy’e giderken Ömer Hayyam’a doğru yürüyordum ellerim ceketin cebinde. Dolapdere tarafına döndüğünde dolmuşta gördüm seni. Güneşin geldiği tarafta arkada oturuyordun. Islak fıstık yiyordun kafanda kocaman günebakan. Ben ise güneşi arıyordum merdivenlerinde şehrin.