Yaşamın "sonluluğu" üzerine düşünmek, yaşamı uzatmanın yollarını aramaktan daha büyük bir felsefi çaba olabilir mi? Zira zamanı kazanmanın yolu, onu nasıl kaybedebileceğimizi ya da kaybettiğimizi anlamaktan geçer. İnsanlar, çoğu zaman, ölümü düşünmemenin bir erdem olduğunu, yaşamın kendisine dönük olmanın daha…devamıYaşamın "sonluluğu" üzerine düşünmek, yaşamı uzatmanın yollarını aramaktan daha büyük bir felsefi çaba olabilir mi? Zira zamanı kazanmanın yolu, onu nasıl kaybedebileceğimizi ya da kaybettiğimizi anlamaktan geçer. İnsanlar, çoğu zaman, ölümü düşünmemenin bir erdem olduğunu, yaşamın kendisine dönük olmanın daha doğru bir tavır olduğunu sanırlar. Oysa varoluş, ölüm ile anlam kazanır ve zamanın kısıtlılığı, ona biçilen değeri belirler.
Bize varlığın ağırlığını hissettiren bu düşünceler, elbette ki tarih boyunca pek çok filozofun zihnini meşgul etmiştir, fakat bu meseleyi Stoacılar kadar doğrudan ve keskin bir biçimde ele alan çok az düşünce ekolü vardır. Bu bağlamda Seneca, yaşamı boyunca zamanın, erdemin ve kişi ruhunun doğası üzerine kaleme aldığı mektuplarında, ardında adeta bir bilgelik mirası bırakmıştır. Letters from a Stoic ya da Ahlak Mektupları, sadece ve sadece bir felsefi metin değildir, okuyucunun kendi iç dünyasını keşfetmesine yönelik bir rehber niteliğindedir. Seneca'nın yazıları, salt teorik bir Stoacı öğreti sunmaz; aksine, okuyucusunu aktif bir şekilde eleştirel düşünmeye, kendi yaşamına dönüp bakmaya ve bir tür zihinsel arınma sürecine davet eder. Ancak buradaki temel mesele şudur: Seneca’nın Stoacılığı, hayatın gerçeklerine ne ölçüde dokunur ve kişinin varoluşsal sancılarına ne derece cevap verebilir?
Bu noktada bahsetmek istediğim esas mevzu, zaman ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında erdemli bir yaşam olacak. Çünkü Seneca’nın mektuplarında dönüp dolaşıp ulaştığı temel mesele, yaşamı anlamlandırmanın bir yolu olarak ölümle yüzleşmektir. Ölüm nasıl ele alınmalıdır? Kişinin ölüme dair farkındalığı, onu özgürleştirir mi, yoksa omuzlarına olması gerekenden ağır bir yük mü yükler? Seneca, tam da bu sorulara verdiği cevaplarla adeta bir yaşam rehberi olarak karşımıza çıkar. Önce onu kısaca tanıyalım.
Lucius Annaeus Seneca, MÖ 4 yılında doğmuş, MS 65 yılında Roma İmparatoru Nero’nun emriyle intihara zorlanarak yaşamını sonlandırmış bir devlet adamı, hatip, tragedya yazarı ve filozoftur. Yaşamı, Roma’nın en çalkantılı dönemlerinden birinde geçmiştir. İyi bir eğitim almış, özellikle retorik ve felsefe alanlarında kendini geliştirmiştir. Fakat en büyük mirası, imparatorluk sarayında kazandığı siyasi tecrübeler ile Stoacı öğretileri harmanlayarak oluşturduğu eşsiz düşünce yapısıdır. İktidarın yozlaştırıcı etkilerine yakından tanıklık etmiş ve ahlaki sağlamlığını koruyabilmek adına Stoacılığa sıkı sıkıya bağlanmıştır. Nihayetinde, dönemin entrikalarına dayanamayarak bir noktada gözden düşmüş ve hayatına kendi elleriyle son vermek zorunda kalmıştır. Ancak ölümü bile felsefesine uygun bir son olarak yorumlanabilir; çünkü Stoacılar için en büyük özgürlük, kişinin kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmasıdır.
Üzerine konuştuğumuz eser, Seneca’nın dostu Lucilius’a yazdığı mektuplardan oluşur. Bu mektuplar, ahlaki erdemler, zamanın kullanımı, öfkenin dizginlenmesi, servetin ve yoksulluğun kişi ruhuna etkisi gibi pek çok konuyu ele alır. Fakat her bir mektubun özünde yatan esas fikir, kişinin bu hayatı nasıl yaşaması gerektiği ile ilgilidir. Ve eserin en büyük gücü, felsefenin günlük yaşama uygulanabilir olması gerektiği gerçeğini göstermesidir. Seneca, kimseye soyut ve ulaşılamaz bir bilgelik sunmaz; aksine, kişinin her an deneyimleyebileceği ve pratiğe dökebileceği öğütler verir. Misal, yaşam gelip geçicidir, fakat geçiciliği kabul etmek, yaşamın anlamsız olduğunu göstermez; aksine, bu farkındalık ona derinlik kazandırır. İşte bu yüzden Seneca’nın Stoacılığı, acıyı ve ölümü kabullenmekten ibaret değildir. Tam tersine, bir tür çağrıdır: Yaşamı daha bilinçli ve erdemli bir şekilde sürdürme çağrısı. (Analizi okumak istemeyenler "İNCELEME" başlıklı yoruma atlayıp, yalnızca baskıyı değerlendirdiğim kısmı okuyabilirler.)
İnsanlar, sahip oldukları zamanı hoyratça harcar, mal mülk biriktirir, mevki peşinde koşarlar, oysa zaman, kişinin en değerli mülküdür ve onu akıllıca kullanmak, Stoacı erdemin yapı taşlarından biridir. "Başkalarına verdiğin zamanı geri alamazsın, fakat onu kendine ayırırsan gerçekten yaşamış olursun" der Seneca. Çünkü zaman bir kez yitirildiğinde, bir daha geri alınamaz. (Bununla birlikte, servet ve güç karşısında ruhsal dengeden sapmamayı da öğütler. Ona göre, ne zenginlik kimseyi üstün yapar ne de fakirlik kimseyi değersiz kılar. Asıl mesele, kişinin neye sahip olduğundan çok, sahip olduklarına nasıl yaklaştığıdır. Gerçek zenginlik, yetinebilmektir, çünkü yetinebilen biri, hiçbir zaman köle olmayacaktır.)
Ölüm korkusu da Seneca’nın mektuplarında sıkça ele aldığı bir konudur. Seneca ölümü bir son değil, doğal bir süreç olarak görür. Kişi, doğanın bir parçasıdır ve doğa kanunlarına tabiidir. Eğer ölüm kaçınılmazsa, ona direnmek değil, onunla barışmak gerekir, çünkü, "Ölüm korkulacak bir şey değildir; korkulması gereken, yaşanmamış bir hayattır."
Ölüm, uzak bir gelecekte değil, yaşanılan her anın içinde mevcuttur. Burada mevzu, ölümden kaçınmanın imkânsızlığından çok, ona karşı geliştirilen yanlış tavırdır. Seneca, ölüme karşı duyulan korkunun, esasen kötü yaşamaktan kaynaklandığını söyler. Erdemli bir hayat süren kişi, ölümü bir kayıp olarak değil, tamamlanmış bir sürecin doğal bir sonucu olarak görür. Dolayısıyla, ölüm üzerine düşünmek kişiyi zayıflatmaz, bilakis ona cesaret kazandırır. İşte bu noktada, Seneca’nın felsefesi teorik bir sistem olmaktan çıkar ve kişi ruhuna hitap eden bir rehber haline gelir.
Seneca, yaşamın uzunluğu meselesini de Stoacı bir bakış açısıyla ele alır. Ona göre, uzun yaşamak değil, doğru yaşamak önemlidir. Nicelik değil, nitelik belirleyicidir. "Uzun bir yaşam değil, yeterli bir yaşam yaşamalıyız" diyerek kişinin hayattaki asıl amacının, zamanın uzunluğu değil, doluluğu olduğunu savunur. Kişinin ne kadar yaşadığı değil, nasıl yaşadığı önemlidir. Zamanını bilinçsizce harcıyorsa, yüz yıl bile yaşasa, gerçekten yaşamış sayılmaz. Öyleyse, Seneca'nın perspektifinden bakıldığında, zaman yönetimi kişinin karakterini belirler. Bilge kişi, zamanını nasıl harcadığını sürekli sorgular. Boş ve gereksiz işlerle mi uğraşıyor, yoksa hayatını anlamlı ve erdemli kılacak eylemler mi gerçekleştiriyor?
Bununla birlikte, Stoacı felsefenin bir diğer yapı taşı erdemdir ve erdem, Seneca için hayatın anlamını oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Ona göre, erdem, kişinin kendisini ahlaki olarak geliştirmesi ve bilgelik ile hareket etmesi sonucu mümkündür. Erdem, dışsal koşullara bağımlı olmayan içsel bir durumu ifade eder. Bu bağlamda Seneca, insanların yalnızca erdeme ulaşmak için çaba sarf etmeleri gerektiğini, zira gerçek mutluluğun ancak erdemli bir yaşam ile elde edilebileceğini savunur.
Erdemli bir yaşam sürmek, kişinin arzularına hakim olmasını ve aklıyla hareket etmesini gerektirir. Stoacı düşüncede arzular, kişiyi doğrudan mutsuzluğa sürükleyen en büyük engellerden biri olarak görülür. Seneca, korku, öfke, kıskançlık ve aşırı arzuların kişi ruhunu esir, özgürlüğünü ise elinden aldığını belirtir. Dolayısıyla Seneca'nın önerdiği temel çözüm, bu duygulara karşı koymak ve akıl rehberliğinde bir yaşam sürmektir. "Bizi mutsuz eden şeyler, olayların kendisi değil, onlara yüklediğimiz anlamlardır" diyerek, bireyin dış dünyaya karşı geliştirdiği bakış açısının ve içsel tutumunun önemini defalarca vurgular.
Mutluluk anlayışına geri dönecek olursak, genellikle bu düşünceler etrafında şekillenir diyebiliriz. Seneca'ya göre mutluluk, haz peşinde koşmakla değil, ruhsal dinginlik ve bilgelik ile mümkündür. Modern dünyada mutluluğu genellikle maddi refah, sosyal statü veya duyusal zevkler ile ölçsek de, Seneca bu tür mutluluk kaynaklarını yanıltıcı bulur. Çünkü bütün bunlar değişkendir ve dış etkenlere bağlıdır; oysa gerçek mutluluk, kişinin kendi içinde inşa ettiği bir durumdur. “Mutluluk, başkalarının elinde olmayan şeylere bağlı olmaktır,” der. Stoacı öğretide, kişinin denetleyebileceği tek şeyin kendi düşünceleri ve tepkileri olduğu vurgulanır. Dolayısıyla, bir Stoacı için gerçek özgürlük, dışsal olaylardan etkilenmeme yeteneğinde saklıdır.
Dış dünyadaki olaylar elbette ki kaçınılmazdır, ancak kişinin bu olaylara yaklaşımı tamamen kendi iradesine bağlıdır. Stoacılığın özünde, bireyin yalnızca kendi düşünceleri ve tepkileri üzerinde kontrol sahibi olduğu fikri yatar. Bu nedenle Seneca, yaşamın zorlukları karşısında bireyin vereceği tepkiyi bilinçli bir şekilde seçmesi gerektiğini vurgular. Misal, kişinin başına gelen kötü bir olay, onu mutsuz etmek zorunda değildir; çünkü mutsuzluk, olayın kendisinden değil, o olaya yüklenen anlamdan doğar.
Seneca’ya göre, kişinin en büyük düşmanı kendisidir. Kendi arzularına, zayıflıklarına ve kaygılarına yenik düşen birey, gerçek özgürlüğe asla ama asla ulaşamaz. Stoacılık, bu tür içsel zaafların üstesinden gelmek adına bireyi sürekli olarak kendisini sorgulamaya ve içsel bir disiplin geliştirmeye davet eder. "Başkalarının hayatını düzene koymaya çalışmadan önce, kendi ruhunun efendisi ol."
Seneca'nın bize miras bıraktığı bu öğütler, "modern" dünyada da büyük bir geçerliliğe sahiptir. Zamana dair bilinçsizlik, kişinin en büyük trajedisidir. Teknolojinin sunduğu sonsuz dikkat dağıtıcılar, Seneca'nın bahsettiği zaman israfının "modern" izdüşümleridir. Fakat onun çözümü de aynı ölçüde çağdaştır: Bilgelik, farkındalık ve her anın kıymetini bilmek, yaşamı, sırf var olmak için değil, anlamlı kılmak için yaşamak.
Bitirmeden önce şunları da söylemek isterim: Stoacılık, kişiye nasıl yaşanacağını öğretir. Zannımca, günümüzde bu öğretilere tam bir geri dönüş gerekmekte. Çağımızda pek çok kişi tembelliğe meyilli, zorluklarla yüzleşmekten kaçınan, dürüstlükten uzak bir kültür içinde yaşıyor. Eğitimde hile aldı başını gidiyor, yetişkinler—ebeveynler, öğretmenler, yöneticiler, iş dünyasının liderleri ve politikacılar—iyi bir davranış modeli sunmaktan aciz. Küçüklerimiz bizden ve eylemlerimizden nasıl bir ders alıyor? Cevabı kestiremiyorsak silkelenmeliyiz.