Deliliğe Övgü Hümanizm'in öncülerinden Erasmus'un yazmış olduğu önemli bir kitaptır. Yazar Rönesans dönemi ve geçmişinde yer alan düşünceleri taşlarcasına eleştirir. Haliyle dönemin düşünce yapısını bilmeden atıfları mantıklı bir zemine oturtmak kolay değildir. Rönesans cidden çok çalkantılı bir dönem, insanlar felsefi…devamıDeliliğe Övgü Hümanizm'in öncülerinden Erasmus'un yazmış olduğu önemli bir kitaptır. Yazar Rönesans dönemi ve geçmişinde yer alan düşünceleri taşlarcasına eleştirir. Haliyle dönemin düşünce yapısını bilmeden atıfları mantıklı bir zemine oturtmak kolay değildir.
Rönesans cidden çok çalkantılı bir dönem, insanlar felsefi görüşlerini geliştiriyorlar ve bunun üzerine bir de din ekleniyor. Bu dönemde Hümanizm akımı baş gösteriyor, bilim ve sanat önem kazanıyor. Bu süreçte halk ise ikiye bölünüyor, bir kısım hâlâ mitolojik tanrı ve tanrıçalara bağlı kalırken bir kısım da Hristiyanlık inanışını benimsiyor. Erasmus da bu dönem Hristiyanlar'dan yana saf tutuyor, bundan dolayı kitapta mitolojik pek çok karakterin adı geçer ve bu inanış dalgaya alınır. Kitabın üslubu överken gömmek gibidir ve çocukluk, yaşlılık, dostluk, evlilik, savaş, bilgelik gibi pek çok kavram üzerine eleştiriler bulunur. Mitolojiyle ilgili yerleri okumakta ufak bir zorluk yaşamıştım ben, çünkü ara ara bölüp internetten araştırma gereği duydum. Dediğim gibi yazar Hristiyan bir din adamıdır ama yine de kendi dinini eleştirmekten sakınmaz, örneğin kilisenin ve kilisedeki kesimin bağnazlığını korkusuzca eleştirir. Evet, belki yazar da biraz delidir. Zaten kitabı da deliliğin ta kendisi olarak yazmıştır.
Kitabın yazıldığı dönemi anladık az çok, bir de yazarın tanrıya olan bakış açısını ele almam lazım. Erasmus tanrının sadece iyilik ve güzellik kaynağı olduğu düşüncesini eleştirir. Bir yerde "Tanrıyı tanrı yapan insanoğluna iyilik yapmasıdır." sözünü eleştirir (sf.12), yararlı ve iyi olan her şey tanrıdan gelirken kötü olanın kaynağını sorgular, sorgulatır. Erasmus'a göre tanrı kötü olan şeylerin de kaynağıdır, belki bu düşüncesi ödül-ceza mantığından çıkmıştır, bilmiyorum. Ama tanrının kötülükleri de verdiğine, iyi ve kötüyü bir bütün olarak ele almanın gerekliliğine dikkat çeker kitapta.
Şimdi "delilik nedir?" diye soracağım size. Deli insan sorumluluk sahibi olmayan, aklına eseni söyleyen, utanç ve korku duymayan insan değil midir? Utanç ve korku duymaz, çünkü yaptıklarının veya söylediklerinin yol açacağı kötü şeyleri hiç akıl edemez kendisi. Deli -veya budala- kişi kötü olanın bilincinde değildir, ona göre hayat toz pembedir, mutluluk ve hazzı görür ama acıyı görmez, reddeder. Kitapta bebekler ve yaşlılar bu delilerle ilişkilendirilmiştir, tıpkı bir bebek gibi kötü olana aklı ermez çünkü delinin. Erasmus'un tanrı anlayışına ne kadar ters değil mi? Erasmus'un inandığı tanrı kötülük de veriyor, ama delinin inandığı tanrıda kötülük görmesi mümkün değil. Dönemin mitolojik tanrı ve tanrıçalarına inananlar sadece onlardan gelen iyiliği konuşuyor. Mesela bereket tanrıçasının verdiği bereket konuşulup bu tanrıça yüceltiliyor ama bereket kaçtığında bu olumsuzluk göz ardı ediliyor. İşte tam olarak bunun ne kadar delice/budalaca olduğunu anlatıyor yazar.
Bir de delinin mutlu, bilgenin mutsuz olduğu savı mevcut. Bunu konuşabilmek için mutluluğun ne olduğunu bilmek gerekir. 2 tür mutluluk vardır; hedonik ve ödomanik mutluluk. Hedonik mutluluk anlık şeylerden haz almaktır, mesela günümüzde tiktok/reels videolarını kaydırmak, beğeni sayılarımız, ev/araba satın almamız gibi küçük ve basit şeylerin bize kazandırdığı mutluluktur. Kısa vadelidir, doyumsuzdur ve budalaların hayatı bunlardan ibarettir. Ödomanik mutluluk ise daha uzun vadeli bir şeydir. Bir insan ödomanik mutluluğa sahip olmak için hayatı tüm gerçekliğiyle kabul etmelidir. İyi ve kötüyü, hazzı ve acıyı bir bütün olarak ele alırsak ve hayatı bu şekilde kabul edersek bir tür iç huzur yakalarız, her dalgada yıkılmayız. İşte bu içimizde taşıdığımız huzur ödomanik mutluluk diye adlandırılır. Bilgeler, budalalar gibi hayatın gerçeklerini; kötülüklerini yok saymaz. Nasıl ki acı biber yediğinizde pek de mutlu hissetmezsiniz, ama yine de yemeğe katmaktan çekinmezsiniz ya; bu da öyle bir şey işte. Hayatın tadını acı bibersiz düşünemiyor bilge, onun da önemini fark ediyor. Acı/çirkin/kötü olanı ve onsuz hayat olamayacağını bilen bilge ödomanik, yani gerçek mutluluğun peşinde. Anlık şeylerden alınan geçici hazzın doğru ve yeterli olmadığını biliyor bilgi ışığında ilerleyen kişi, o yüzden hayatın çirkinliklerini de kabul ediyor. Elbette acıları görmek, onlara katlanmak kolay değil ve bundan dolayı bilgeler mutsuz gözüküyor. Ama anlık ve basit hazlardan beslenen deli kaçınılmaz olarak mutlu görünüyor, çünkü gerçek mutluluğun ne olduğunu bile bilmiyor ki o, o kadar budala işte.
Erasmus mutluluğu ve inanışları, deliyi ve bilgeyi birbirine güzelce harmanlamış yani kitapta. Gerçek bilgeliğin delilik, kendini bilge sanmanın da gerçek delilik olduğunu anlatıyor. "Dünyayı inşa eden Tanrı da korkunç cezalar koymak suretiyle bilgi ağacının meyvesini tatmayı yasakladı insana. Zira bilginin mutluluğu zehirlediğini vurgulamak istiyordu." diyor bir kısımda. Bilginin peşinden koşanlar Dünya'da da cezalandırılmıyor mu zaten? Sokrates misal... Cezalara rağmen bilginin peşinden koşan kişi bilgedir, ama ceza alacağını bile bile bunu yaptığı için bilge bir delidir.
Yazar dönemin kendini bilge zanneden budalalarını çok güzel yeriyor, budala oldukları gerçeğini suratlarına tokat gibi çarpıyor. Yarası olan da gocunuyor tabii, o dönem bayağı bir tepki alıyor yazar. Sonuç olarak kitaptan çıkardığım ise şu; iyi ve kötüyü bir bütün olarak ele almak bize hakikati gösterir ve iç huzuru, mutluluğun özünü yakalamamızı sağlar. Bu yoldan gidersek bilgeliğe ulaşırız, ama gerçekleri reddederek hazzın peşinden koşarsak budaladan farkımız kalmaz. Bilgiden uzakken mutlu gözüksek de iç huzurumuz olmaz, küçük bir hakaret bile canımızı sıkmaya yeter büyüklükte olur.
Ben bu kitabı Sofie'nin Dünyası ile destekledim, çünkü o dönemi çok iyi anlatıyor ve bir araştırma yazısı gibi de sıkmıyor. Eğer kitabı daha iyi anlamak istiyorsanız ve Rönesans'tan, Hümanizm'den bihaberseniz önce bu kitabı okuyun derim. Genel anlamda ben kitabı ve Erasmus'un bakış açısını çok sevdim, okumakta aşırı bir zorluk da çekmedim. Felsefeyle ilgilenenlere kesinlikle öneriyorum.
Bu arada Türk ve Araplara barbar gözüyle bakması beni rahatsız eden bir nokta oldu ama bunu da anlayabiliyorum. Çünkü İslamiyet altın çağlarını yaşarken, Türk ve Araplar bilim ve matematikte gelişirken sıkı bir din adamı olan yazarın bundan rahatsız olması, iğnenin ucunu bize de dokundurması normal.
Buraya kadar okuduysanız teşekkür ederim, yanlışım varsa affola. Ayrıca bu kitabı okuyup analiz etmeme vesile olan değerli raf kullanıcısına da teşekkürler.