Bazı kitaplar var ya, bitirdikten sonra bir süre öylece kalıyorsun, düşünüyorsun. İşte Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan tam olarak böyle bir kitap. Son sayfayı kapattığımda uzun bir süre ben ne okudum diye kendi kendime sordum. Hikayesiyle, diliyle ve işlediği temalarla…devamıBazı kitaplar var ya, bitirdikten sonra bir süre öylece kalıyorsun, düşünüyorsun. İşte Büyük Defter, Kanıt, Üçüncü Yalan tam olarak böyle bir kitap. Son sayfayı kapattığımda uzun bir süre ben ne okudum diye kendi kendime sordum. Hikayesiyle, diliyle ve işlediği temalarla zihnimde uzun süre kalacak gibi.
İlk kitap; Büyük Defter, savaş zamanında geçiyor. Ama burada anlatılan savaş, bildiğimiz o klasik savaş hikayelerinden çok farklı. Yazar, sadece savaşın fiziksel yıkımını değil, insanlara ruhsal olarak neler yaptığını da gözler önüne seriyor. Savaşın etkisi sadece cephede değil, geri planda kalanlar üzerinde de görüyoruz. Açlık, şiddet, kayıplar, ahlaki çöküş... Savaşın bunlar gibi etkilerini, büyükanneyle birlikte yaşayan ikiz kardeşlerin gözünden okuyoruz. Büyükanne karakteri, savaşın toplum üzerindeki etkilerini çok açık bir şekilde gösteriyor. İkizler, büyükanneyle birlikte hayatta kalmaya çalışıyorlar ve zamanla, duygularını tamamen bastırmayı, acıya alışmayı öğreniyorlar. Çocukların gözünden o kadar çarpıcı bir şekilde anlatılmış ki, her sayfada soğukkanlılıklarına şaşırdım.
Okurken en çok dikkatimi çeken kısım da şuydu: Büyük Defterde ikizler, yaşadıkları her şeyi o kadar net ve duygusuz yazıyorlar ki, sadece olanları sıralıyorlar, hiçbirini derinlemesine anlatmıyorlar. Bu şekilde, acılarını daha az hissediyorlar ama okurken o acının büyüklüğünü derinden hissediyorsunuz.
Sonraki kitap, Kanıt ise beni en çok zorlayan kısım oldu. Hikaye bir anda başka bir boyuta geçti ve olaylar tamamen farklı bir şekilde anlatılmaya başladı. Açıkçası kafam çok karıştı. Zaman ve mekan zaten belirsizdi, bir de karakterlerin hikayesi birbirine karışınca neyin gerçek, neyin kurgu olduğunu anlamakta zorlandım.
Üçüncü kitap, Üçüncü Yalan ise bu karmaşıklığı bir adım daha ileri götürüyor. Her şey o kadar bulanıklaşıyor ki, bir noktada gerçek ve yalan tamamen iç içe geçiyor.
Bir de kitapta ele alınan konular çok ağır. Ensest, pedofili, savaşın travmaları, ruhsal bozukluklar… Okuması hiç kolay değil. Bazı yerlerde “Bunu gerçekten okuyor muyum?” diye düşündüm. Ama yazar, tüm bu yaşanmışlıkların gerçekliğini çok iyi göstermişti. Bu da ayrı bir tokat gibi çarpıyor insana.
Tabii kitabın dili ve kurgusu da alışılmışın dışında. Zaman ve mekan belli değil, olaylar sürekli bir yerden bir yere atlıyor. Ama yine de bütün bu karmaşanın altında çok önemli bir mesaj yatıyor. Yazar, gerçek ve yalanın sınırlarını belirsizleştirerek, insanın içindeki karanlık tarafları ve hayatta karşılaşılan zor seçimleri sorgulatıyor. Kolay bir kitap değil, bunu en baştan söyleyeyim. Hem zihinsel hem de duygusal olarak yoruyor ama etkisi uzun süre geçmiyor. Bittiğinde bile aklımda dönüp duran sahneler, düşündüren olaylar kaldı. Hayatta belki görmediğim ama gerçek olduğunu bildiğim şeylerle yüzleştirdi.
Bu, benim Agota Kristof’un okuduğum ilk kitabıydı ve gerçekten çok sarsıcı bir başlangıç oldu. Üslubu ve işlediği temalar beni o kadar etkiledi ki diğer kitaplarını da en kısa zamanda okumayı düşünüyorum.
Eğer bu üçlemeyi okumayı düşünüyorsanız, hazırlıklı olun. Sizi rahatsız edecek, hatta belki huzursuz edecek ama düşündürecek de. Okuması kolay değil ama kesinlikle unutulmaz.