Sadece ama sadece aksiyon belirtisiyle girmiştim. O yüzden beni gayet tatmin etti. Dövüş sahneleri, koreografi harikaydı. Kafa döndürücüydü:) Ben çok beğendim. Ama ne arka plandaki hikayeyi sevdim ne de kurguyu. Çerezlik..
Selamlar İlk 4 kitabı okuduktan sonra yazdığım bir yazım vardı. Kısaca Dune bana ilham olmuştu. Yazarken anlaşılması zor olsun istiyordum ve başarmışım. Aradan uzun bir süre geçti, ben bile anlamak içim çaba gösterdim. Bir de sonucu yazarken yarıda bırakmışım, istesem…devamıSelamlar
İlk 4 kitabı okuduktan sonra yazdığım bir yazım vardı. Kısaca Dune bana ilham olmuştu. Yazarken anlaşılması zor olsun istiyordum ve başarmışım. Aradan uzun bir süre geçti, ben bile anlamak içim çaba gösterdim. Bir de sonucu yazarken yarıda bırakmışım, istesem tamamlayamam artık. Hiçbir şeyiyle oynamadan buraya bırakıyorum.
DEĞİŞİM
İnsanlar değişimden korkar. Değişimin önemini anlamanın yeterli olduğunu düşünürler.
Değişimin yenilik, bir farklılık getireceğini bilirler. Teceddüt iyidir. İçlerinde bir yerde ruhları bunu haykırır. Ama bu normal bir çağrı değildir. Hayran olmakla yetinirler, güneşe. Uzakta olanın, göremediklerinin yine de mârifetini üzerlerinde hissetmek onları, o ruhları, kendi kafeslerinde güvende hissetmelerine yeter de artar bile. Gelecekten parmaklıklar arasında sahiplerinin derilerini öyle güzel örmüşlerdir ki ne dışarı çıkarlar ne de yerlerinden kıpırdarlar. Yaptıkları tek şey haykırmak olur. Böylece boşlukları açık tutar, tüm o sıcaklığı hünerli bir şekilde dengelerler. O kadar hünerlidirler ki kendilerini gözetenlerden kaçıp geçtikleri yerde korkunun izlerini bırakmayı başarırlar. En baştan beri sürekli izleyen gözler, o izleri bile görmez. Çünkü akıllarındaki tek şey güneşin sıcaklığınının altından kalkabildekleridir. Ne büyük bir kandırmacadır bu.
Güneşle istemsizce aynı yola talip olan onların, ellerinden tek gelen şey ise arkasında bıraktıkları o derin korkunun izlerini kumdan kuyular haline getirmek olur. Sahiplerine, teceddütün susuz bir kuyuda, hayal olduğuna inandırmak. Önce haykırarak büyük bedeller sonucunda usûlden beri durmaksızın birbiri üstüne diktikleri o değerli gelecekten parmaklıkların içine çekmek, sonra da bir dost gibi çölde acı gerçeği yaşatmak. Kendi gücüne kanan gözetenleri bekleyen kaderse daha o yakıcı sıcaklığın kendi içlerindeki suya getirdiği değişimin farkında olmaksızın, gücün temsili sandıkları, gözlerini kavrulmuş kırmızıya boyayan sayısız tanecikleri değerli bir elmaymış gibi avuçlamak ve cehennemin sıcak kırmızı susuzluğunu boylamak. İşte o anda akıllarındaki tek şey, içlerindeki ruhlarının haykırmasını sağlamanın yeterli olmayacağı anlamak olurdu.
Anlamak yaramaz bir oyuncak olmuştu artık sadece değişimin korkusunu taşıyan. Sahip oldukları tek şeydi o oyuncak. Bir gelecekti o oyuncak. Değişimin getirdiği gelecek. O ruhlar böyle bir gelecekten sakınıyorlardı işte. Güneşin yakmayan merhametini bir tılsım gibi üzerinde taşıyan sahiplerine gösterdikleri bu kehanet şüphesiz ki korkunun bir meyvesiydi. O korku nasıl bir korku muydu?
Değerinin bilinmediği, nasıl ölçüleceğinin bile hayal edilemediği tılsımı kendilerinin yapamazlar mıydı? Değişimin nimetine usûlden beri sahip olan ruhlar sahiplerini, geçmişin tozlu sayfalarına birkaç çizgi çizerek yad ettikten sonra üflemezler miydi? Ne kudretli bir rüzgar olurdu! İşte böyle bir korkuydu. Denemiyorlardı bile. Hatırlamadıkları bir zamandan beri bir yatakta duruyorlardı, zaman akmıyordu. Akmasını ne zamandan beri akıllarına getirmemişlerdi, onu da hatırlamıyorlardı. Yalnızca üflüyorlardı. Düşledikleri tek şey üstünde bulundukları yatağın suyu olan bir nehir olmasıydı. Üfleyince akardı sanki. Belki şimdiye kadar gözyaşlarıyla bile dolardı. Buna rağmen su akıtmayı sona saklıyorlardı. Bu hazzı bir kere yaşayabilirlerdi. Sahiplerinin ölümünü umuyorlardı ama değişimin hânelerini yakmasını, güneşin kapıdaki tılsımı vaktinden önce çalmasını ve ev sahibinin buna kanmasını istemiyorlardı.
Doğaları böyleydi. Cahil insanlara karşı acımasız olmak şarttı. Ancak yapabildikleri tek şey istemeseler de merhamet göstermekti. Efendilerine gerçek sıcaklığı göstermişlerdi.
Peki o kuyuda ne vardı?
Gerçekten de bir şey yoktu, korkutucu olan da buydu. Meçhul olandan korkarız çünkü. Arzuladığımız ama mâlik olamayacağımız upuzun bir çizgiye uzanıp noktayı koyabilseydik ne kadar rahatlatıcı olurdu, hiç düşündünüz mü? Üstünde yürüdüğümüz o ince, kara çizgide yapmamız gereken başka hiçbir şey kalmazdı. Bunu başaramayacağımızı bilmemize rağmen sizce neden renk vermeye çalışmaktan hiç vazgeçmiyoruz? Dans edercesine sanki eğlenirmiş gibi bir sağa bir sola doğru kıvrılıyoruz düşüp düşmeyeceğimizi bilmeden. Cevapsa tabiki hayır. Burası önemli bakın. Korkumuz sınır oluyor çünkü. Geriye dönme lüksümüz yok zaten. Noktayı da koyamıyoruz. Kendimizi kandırırken de korku bizim için bir nimet oluyor adeta.
Evet, işte o anda anlık aklına gelen o şeyi yapmayı düşünürken seni durduran şey neydi sence? Peki seni durduracak kabileyette olan o şey kurallara inanman mıydı, yoksa ondan korkman mıydı? Yapacağın seçimin ne getireceğini bilmek, karar vermene ne kadar da yardımcı olurdu?
Bizim mevzumuz bundan sonrası. Soluyacağımızı bildiğimiz ama çizgimizde bir adım kadar önemli olan havayı içimize çekmekten başka bir iş için kullanamayan narin bedenlerimize ne
Spoiler içeriyor
Tıpta, incelememizi istedikleri filmdi. Uzun oldu ama okursanız ne âlâ. İstanbul farklı bölgelerinde, farklı hayatlar yaşayan 3 kardeşi tanıyoruz. Birbirlerini ne merak etmişler ne de ilişkisi olsun istemişler. Hepsinin kendine ait sorunları, ilgilenmesi gereken kendi dünyaları var. Geçmişlerini, hatıralarını o…devamıTıpta, incelememizi istedikleri filmdi. Uzun oldu ama okursanız ne âlâ.
İstanbul farklı bölgelerinde, farklı hayatlar yaşayan 3 kardeşi tanıyoruz. Birbirlerini ne merak etmişler ne de ilişkisi olsun istemişler. Hepsinin kendine ait sorunları, ilgilenmesi gereken kendi dünyaları var. Geçmişlerini, hatıralarını o kendi oluşturdukları, bencil dünyalarında unutulmaya mahkûm bırakmış, kendilerini ise kente, İstanbul’a, teslim etmiş sıradan insanlar bu kardeşler. Ortak tek bir noktalarının olduğunu fark ediyoruz: ihtiyar anneleri.
Köyünde yalnız başına yaşayan, Alzheimer hastası olan anneleri… Kaybolmuş. Bu haber, kardeşlere hala bir bağlarının olduğunu hatırlatıyor ve onları küçük bir arabaya sıkıştırıyor. Sarsıntılı, bazı duyguların sürekli kırılıp döküldüğü, bazılarının ise açığa çıktığı bir yolculukta üçünü daha iyi tanıma fırsatı elde ediyoruz. Etrafındakileri kontrol etme endişesi, iplerin elinden kaymasından korkan en büyük çocuk Nesrin. Yanında güvensizlik problemleri ile isyankâr ortanca kardeş Güzin ve de işe yaramaz olarak görülen umursamaz küçük kardeş Mehmet.
Bu süreçte birbirlerinden ne kadar uzak kaldıklarına, birbirlerini hiç tanımadıklarına şahit oluyorlar. Bu farkındalık soğuk su gibi yüzlerine çarpınca üzüldüklerini ama yine de ödün vermediklerini görüyoruz. Hala kendi dünyalarını savunmaya, dışarıdan birinin rahatsız dokunuşlarına karşın korumaya çalışıyorlar. Biz ise annelerine uzanan bu yolda bu sorunların üstesinden gelmelerini beklerken daha farklı bir hikâyeye tanık oluyoruz. Annelerini alıp İstanbul’a geri dönüyorlar.
Böylece sorunlu aile üyeleri ile başlayan hikayemiz, bazı konularda bizi eleştiriye hazır hale getiriyor. Sürekli bir çatışma görüyoruz. Her şeyde. Anlatılmak, verilmek istenen mesajda; karakterlerin ilk gördüğümüz şekilde kalmayışında, olmayışında… Tüm bunlar git gide daha anlaşılır hale geliyor. Çatışma sadece aile içinde de kalmıyor. Yaşadığımız topluma, oluşturduğumuz kent kültürünün acı taraflarına el uzatıyor.
Kapitalizmin eleştirisini görüyoruz en temelde. Ağır, dramatik, gerçekçi bir eleştiri hem de. Keşke sadece bunla kalsa ama ne mümkün. İletişimsizliğin, eski ile yeninin, köy ile kentin, tüketimin hep beraber oluşturduğu bir film bu. Kolaylaşmıyor hiçbir şey, olduğu gibi yüzümüze vuruluyor. Sorunlu olarak gösterilen tiplemeler, durumlar meğerse günlük hayattan alınan tipik insanımızın örneği. Seyirciden bir şeyler olduğunu anlıyoruz çok geçmeden.
Neler koparılmış, geçmişin tozlu sayfalarından yırtıla yırtıla büyüklerimizin elinde neler kalmış; işte bunları keşfetmek çok acı verici oluyor. Biz gençlerin ise bunlardan hiç haberi olmaması, farkında olmadan akışa kapılmamız belki iyi belki de kötü bir şey.
Nusret annenin hastalığı ve aile içerisindeki yeri ile kafaları karışan kardeşlerin tepkilerini izlerken sürekli yıpranıyoruz mesela. Bunları yaşayanlar muhakkak var çünkü. Şimdiye kadar kimler bunları umursamadı, kimler göz ardı etti ya da kimler kendini bu halde buldu. Kim bilir Farkına varamayanlar bir yana, en ufak fikri olanlar gözünü sürekli ileriye dikmiş haldeyken kafasını geriye çevirip kimler neleri kaybetmiş olabilir diye hiç düşündüler mi? Hiç mi değeri yok tecrübenin? Çok mu ağır geliyor düşünmek?
Şahsen herkesin, ne kadar ilerlemiş olursa olsun, özünü düşlediğini düşünüyorum.
Diğer bir karakter ve bence değerli karakterlerden birisi: Kendi fikirlerine değer verilmesini isteyen Murat. Nesrin’in çocuğu. Ve Murat iplerinden, annesinin kontrolünden kaçmak isteyen birisi. Nusret annenin ve Murat’ın bir araya gelişi ile yeni bir duruma tanık oluyoruz. Bir yenilik aslında, Murat’ın hayatında bir yenilik. O da diğer herkes gibi hissizleşmeye başlarken ilginç bir şey keşfediyor. Anneannesini. İlaç gibi gelen bu tanışmayı, başından savmaya çalışan kardeşler aksine daha yakın bir tarzda görüyoruz. Aynı kafadalarmış gibi sonunda birileri ile sadece ve sadece geçinip gidebileceği birini buldu çünkü Murat.
Ve anne. Kendi işini göremeyen bir anne. Çocuklarında istediğini bulamayınca, üstüne köylere düşman şehirlerin baskısı kendisine fazla gelince konulduğu hastaneden Murat tarafından alınıyor ve köye dönüyorlar beraber. Buradada filmin başında kaybolduğu dağda kendisini buluyor yine.
Güzel bir karakter Nusret anne. Değerli, tecrübeli, yaşamış ve sonunda da şehri görmüş birisi. Dağda da belki kendisini görüyordur, arıyordur gençliğini.
İlginç çekim tekniği ve sıradışı konusuyla pek çok kişinin gözüne bir yerden iliştiğini düşündüğüm bir dizi. İkinci sezonunun çıktığını görünce başlama vaktinin geldiğini düşündüm ve bir çırpıda bitti. 20 küsur dakikalık bölümleri ile yeri geldi sıkıldım, yeri geldi iyice gerildim,…devamıİlginç çekim tekniği ve sıradışı konusuyla pek çok kişinin gözüne bir yerden iliştiğini düşündüğüm bir dizi. İkinci sezonunun çıktığını görünce başlama vaktinin geldiğini düşündüm ve bir çırpıda bitti. 20 küsur dakikalık bölümleri ile yeri geldi sıkıldım, yeri geldi iyice gerildim, meraklandım.
Legion dizisi aklıma geldi izlerken. Zaman kavramı harika işlenmiş dizide ve tabiki kafa karıştırıcı bir şekilde. Ana karakterimiz Alma ise içinde bulunduğu durumu kavramaya çalışıyor ve bir hedefi var: babasının ölüm sebebini bulmak.
Biraz karışık olsa da ilk sezon neredeyse sadece bu amaç ile ilerliyor. İşin içine aile ilişkileri, bağları da eklenince dizi oluşturmak icin yeteri kadar malzemeyi elde etmişler. Ama bir tık sığ buldum ben yine de. Daha fazlasını istememişler sanki. Tam olarak "kendi çapında iyi"ymiş gibi hissettim.
2. sezon ise eldeki malzemeyi kullanmaktan başka pek bir şey eklememişler. Artı olarak gördüğüm tek taraf verilmek istenen mesaja, ana fikre daha çok yoğunlaşılmıştı.
Yine de zaman konulu filmlere merakınız, zaafınız varsa güzel bir fırsat. Sık sık ele alınan bir konu değil sonuçta.
Legion dizisini ve Predestination filmini öneririm.
Arkadaşlar, romantik komedi mi arıyorsunuz? Buyurun. Her şeyden önce dopdolu bir şey bekliyor sizi. Tüm karakterler başlı başına birer hikaye. Yenileri geliyor, en baştan beri buradalar sanıyorsun. Ana karakterler gibi hepsine ayrı bir eğlence katmışlar. Her şeyi gülümseyerek izliyorsunuz. Bunu…devamıArkadaşlar, romantik komedi mi arıyorsunuz? Buyurun.
Her şeyden önce dopdolu bir şey bekliyor sizi. Tüm karakterler başlı başına birer hikaye. Yenileri geliyor, en baştan beri buradalar sanıyorsun. Ana karakterler gibi hepsine ayrı bir eğlence katmışlar. Her şeyi gülümseyerek izliyorsunuz. Bunu görsek daha iyi, ana hikayeye odaklansa daha iyi olmaz mı gibi bir düşünce aklınızın ucundan geçmiyor.
Bir anda ciddiye bağlanıyor, aman aman biz nereye geldik moduna geçiyorsun. Sonra mükemmel bir geçiş ile hahaha oluyorsun. Duygular harika yansıtılmış bir kere. Karakterler o kadar güzel oturmuş ki yaptıkları hiçbir şeyi yadırgamıyorsunuz. Hele bir de anlatım tarzı var, izlerken dört köşe oluyorum her hafta.
Bir ciddi, bir komik olan şeyleri sinir bozucu buluyor olabilirsiniz. Ben de bulurum normalde ama bunun yeri başka demek ki.
Gülmek istiyorsanız, arada da romantizm olsun diyorsanız ne duruyorsunuz efenim.
Bunu sevenlere önerim:
Kaichou wa meido-sama
Yine neden okuduktan hemen sonra düşüncelerimi yazmadım ki? Kendime sorarım. Temelinde bir bilim kurgu romanı.(Bilim kurgu deyince aklıma Altered Carbon geliyor. Dune' ın ise onunla yakında uzaktan alakası yok.) Elimizde harika bir evren ve tema var. Bunlar o kadar ayrıntılı…devamıYine neden okuduktan hemen sonra düşüncelerimi yazmadım ki? Kendime sorarım.
Temelinde bir bilim kurgu romanı.(Bilim kurgu deyince aklıma Altered Carbon geliyor. Dune' ın ise onunla yakında uzaktan alakası yok.) Elimizde harika bir evren ve tema var. Bunlar o kadar ayrıntılı işlenmiş, bir o kadar da güzel betimlenmiş ki hayal edince ne kadar engin(nedense bundan başka bir kelime uygun olmazmış gibi geliyor) bir potansiyeli olduğunu görüyorsunuz. Filmi de en çok bu yüzden sevdim. Bir giriş filmi olarak ilk kitabın yarısını harika betimlemiş. Sinemada zevk alarak izlemiştim.
Ancak okudukça görüyorsunuz ki sürekli farklı bir yere doğru kayıyor anlatılmak istenen. 3. kitabı bitirdim ve diyebilirim ki kesinlikle öyle. Frank Herbert bizim düşünmemizi istiyor. İnternette "Dune felsefesi" olarak araştırdığımda, Dune serisinin ders olarak okutulduğunu bile gördüm. Bazılarını okuduktan sonra şimdi buraya ne yazsam, yazdıklarım yeterli olmadı diye düşüneceğimden ve tatmin olmayacağımdan eminim. O yüzden buna girişmeyeceğim. Lütfen araştırın.
İşte bu derinlik o kadar güzel yedirilmiş ki akıp gidiyor. 700 sayfalık kitabı 1 günde bitirmiştim. Devam kitaplarında ise bu derinlik sürekli artıyor ve anlatım tarzı bunu daha da inanılmaz kılıyor. Çünkü düşünebileceğin şeylerin sınırı yok. Engin...
Sıkıcı olarak da düşünmeyin sakın. Bu evrene bu felsefenin böyle güzel yedirildiği gibi aksiyon da bu felsefeye çok iyi yedirilmiş. Aynı yerde takılıp kalmıyor.
Bir ağırlığı var bu kitabın. Saygı duyuyorum Frank Herbert' e.
Ve sevdiğim, güzel bulduğum birkaç alıntı. İlk 3 kitaptan:
"Cihadın kendini seçmesinden beri, bir kalabalık tarafından kuşatıldığını hissediyordu. Kalabalıktakiler kendi emelleri doğrultusunda onun kaderini çiziyor, bir şekilde sabitliyordu. Artık özgür iradeli olduğunu düşünerek kendini kandıramazdı; içinde bulunduğu kafesinin parmaklıklarını sarsmaktan başka bi şey değildi bu. Onun laneti, kendi kafesini görüyor olmasıydı."
"-Halk senin ne kadar sevgi dolu olduğunu bilse...
-Sevgi üzerinden siyaset yapılmaz. Halkın istediği şey sevgi değildir, çünkü sevgi fazla değişkendir. Halk despotizmi yeğler. Özgürlüğün fazlası kaosa yol açar. Kaosa izin veremeyiz değil mi? Despotizmi de nasıl sevilir hale getirebilirsin ki?"
"Bir sistemin tamamının daha iyi işlenmesi uğruna içindeki bilinçli ögelere saldırmak tehlikeli bir cehaletin göstergesidir. Kendilerine bilim insanı ya da teknolojist diyen cahiller genellikle bu yöntemi kullanır."
Neden daha önce, bitirmemden hemen sonra yazmadım, çok pişmanın. Aldığım ekran görüntülerini bulamaz oldum. Notlar, replikler, bunların arkasında yatan ve verilmeye çalışılan mesajlar... Bunların hepsi kayboldu. Şu anda bunları yazarken düşüncelerimi toplamada epey zorluk çektim. Spoiler yok, versem de zaten…devamıNeden daha önce, bitirmemden hemen sonra yazmadım, çok pişmanın. Aldığım ekran görüntülerini bulamaz oldum. Notlar, replikler, bunların arkasında yatan ve verilmeye çalışılan mesajlar... Bunların hepsi kayboldu. Şu anda bunları yazarken düşüncelerimi toplamada epey zorluk çektim. Spoiler yok, versem de zaten neyi verebilirim ki? Paylaşılacak, konuşulacak o kadar çok şey var ki?
Baktım ki ilk bölüm hakkında sadece bir yorum vardı. Adaptasyonları yapıldı daha önce ama şu anki konumuz; seinen türünde en başarılı, souls oyunlarının ilham kaynağı, 30 milyonun üzerinde satışı olan mangası.
Harika bir serüven... Guts' ın hayatı... Doğaüstü, aksiyon, drama ve en önemlisi de karanlık bir fantezi... Evet Guts. Davas bir kılıca, demirden bir ele, demirden bir iradeye sahip birisi. Doğumuyla bu dünyada acıdan, kederden, ölümden başka bir şey görmemiş, 24 yaşında ondan herkesin korktuğu bir genç. Sayısız savaşın yaralarını taşıyan, hiçbir anı ona ait olmayan yalnız bir adam. Bir ayağı gölgelerin, karanlığın ardında. Ne mi var orada ? Bir çırpıda onu yutacak, sindirecek karanlık; canavarlar, şeytanlar ve kaderi.
Evet, lanetlenmiş birisi Guts. Kaderi ondan pes etmesini, bırakmasını istiyor artık. Ama yoldaşlarını, sevdiğini, huzurunu kaybetmiş ve bu kaderi kabullenmeye hiç niyeti yok. İçindeki bu ateşi kavuran ise İNTİKAM: Griffith. Hayalleri uğruna, her şeyi göze alan, sürekli kazanan ve kazanmak için her şeyi yapan; hayalleri olanlara arkadaşım diyebilen, melek gibi birisi Griffith. Ama Guts' ın hayali onunkini geçince ne diyor: "Among thousands of comrades and ten thousand enemies, only you… only you made me forget my dream."
Ve neler oluyor neler arkadaşlar. Neler neler? Berserk harika alt metinler barındıran, karakter gelişimi ve geçmişleriyle sizi düşündürten bir manga. Vermeye çalıştığı mesajlar çok etkileyici. Aldığım ekran görüntülerinin haddi hesabı yok. Her şeyden önce gerçekleri söylüyor. Karanlık bir fanteziden bahsediyoruz burada. İyi şeyler olacak diye beklemiyorsun, biliyorsun çünkü iyi şeyler olması için ortada bir sebep yok. Hele Berserk' de hiç yok. Korkutucu, üzücü bir intikam hikayesi Berserk.
Bütün bunların yanında ise okuduğunuz şey yanında harika bir akıcılık, hikaye anlatımı ve çizim getiriyor. Bırakamıyorsunuz bir kere başladığınızda. Hele o çizimler o kadar ayrıntılı, güzel ve korkunç olabiliyor ki... Anlayacaksınız.
Evet, harika bir serüven ve kim bilir bizi daha nelere tanıklık ettirecekti. Ama maalesef mangakası Kentaro Miura' yu kaybettik. Aramızdan ayrıldı bu saygıdeğer bir insan.
Neden mi sürekli harika bir serüven diyorum? Çünkü asistanları tarafından final verilmek zorunda kalındı ve tabi ki bu bir yere kadar iyi olabilir. Ancak bu demek değil ki bu serüven göz ardı edilmeli, bilinmemeli, tecrübe edilmemeli.
Evet, harika bir serüven bu. Lütfen okuyun.
Okumanız için size aracılık yapabilirim. Teşekkürler.
Spoiler içeriyor
CESUR MU BU YENİ DÜNYA? Merhabalar merhabalar, bayadır yoktum. Cesur Yeni Dünya' dan bahsetmek istiyorum ilk olarak. Okursanız sevinirim. En son yaptığım alıntı o kadar güzel ve açıklayıcı ki düşüncelerime son şekli verdi, bu kadar yıl bu kitabı nasıl gözden…devamıCESUR MU BU YENİ DÜNYA?
Merhabalar merhabalar, bayadır yoktum. Cesur Yeni Dünya' dan bahsetmek istiyorum ilk olarak. Okursanız sevinirim. En son yaptığım alıntı o kadar güzel ve açıklayıcı ki düşüncelerime son şekli verdi, bu kadar yıl bu kitabı nasıl gözden kaçırdım diye de beni üzdü. Sadece o kısmı okusanız da kafi.
Huxley bu romanı 1932'de yazmış, dönemine göre gerçekten çok iyi, ancak gelecek dünyasının tasarımını eksiksiz anlatmak kolay değil elbette, şöyle ki internet söz konusu bile değil. Ama bu hiç önemli değil.
Anlatılanlar bundan daha fazlası. Yoksulluk savaş gibi olgular kalkmış buna karşın aile kavramı felsefe sanat gibi kavramlar da kalkmıştır. Sadece bunlar da değil, bilim mesela. Çünkü değişim, her yeni şey yıkıcılık potansiyeli taşır. En önemli şey istikrar olmuştur. Bunu engelleyen her şey ise ortadan kaldırılmalıdır. Peki sonuç ne mi? İşte herkes mutlu. Herkesin istediği de bu. Bir alıntı yapayım: "O günlerde insanlar, iştahlarının bile kontrol altına alınmasına razıydılar. Huzurlu bir yaşam uğruna her şeyden ödün verebilirlerdi. O günden beri de kontrolü sürdürmekteyiz."
Ama bence değil, çünkü mutluluk hiç zevkli, heyecanlı bir şey değil. Cesur Yeni Dünya' da bunlar (gerilim, üzüntü, heyecan, aksiyon...) yok maalesef. Aslında var da, yapay olarak. Bu da saçma bence. Teoriği geç, artık pratik olarak bile mümkün olmayan şeyi film ile sağlıyorlar. "Elinizde salt duygudan başka hiçbir malzeme olmaksızın sanat eseri yaratıyorsunuz." deniyor. Bu da neyin gerekli olduğunun bilinmesi demek. Mesela bu sitemin devamlılığını sağlayan denetçilerden Mustafa Bond, ona hem acıdım hem de onun için sevindim. Neyin doğru olduğunu bilmesine rağmen bunu yapamıyor. Herkesi düşünüyor ve herkes mutlu olmak zorunda. Ama sıkıntı şu ki kimseye tercih sunulmuyor. Gerçi zamanında sunulmuş (sosyal deney yapılmış), sonuç aynı. İstisnalar da yok değil. Kendi benliğini ön plana çıkarmış kişiler var ve çözüm de hazır. Adaya gönderiliyorsun, kendin gibilerle bir aradasın.
Seviniyorum, çünkü bunun farkında(bunu kendime göre söylüyorum, her şeyin bilincinde olsam harika olurdu). Ama şunu da eklemem lazım bir önceki paragrafta bahsettiğim kontrol çok da kötü bir şey değil. Ebeveynlerimizin bizi düşündüğü gibi toplum bir çocuk olarak görülüyor. Dolayısıyla herkes masum, aynı çocuklar gibi. Şahsen bir bebeğin, çocuğun en sevdiğim tarafı bu. Bir yandan üzülmek, bir yandan da imrenmek elde değil.
Çok daha fazla şeyden bahsedilir de ne desem eksik kalacak kelimelere dökülmüyor. Biraz da gelinen yerden bahsetsem iyi olacak. "Gözyaşları içeren bir şeye ihtiyacınız var sizin" diyor John(Vahşi), "değişmek için. Burada hiçbir şeyin bedelli yeterince ödenmiyor.". Doğru da diyor. Mesela erdem... Artık herkes erdemli olabilmekte. Çünkü herkes şişeden itibaren, şişede bile şartlandırılmakta. "Geçmişte bütün bunları, sadece büyük bir çaba göstererek ve yıllar süren ahlak eğitimiyle başarabilirdiniz." diye ekliyor denetçi. O da haklı. Ancak tercih sunulmuyor. Gerçi sunulmasını ister miydik? O da ayrı muamma. Hani merak insanı öldürür denilir ya onun gibi. Acaba her zaman çocuk olarak mı kalmak lazım. Bizi düşünen bizi eksik etmeyen...
Peki sunulsa... Eminim ki içten içe Cesur Yeni Dünya' da bulunmak isteyenler olacaktır. Bazen bazı şeyler herkese ağır gelebilir. Basitlik, hafiflik demek huzur demektir. Basitlik mümkün olmasa da zaten bizim insan olarak en önemli yeteneklerimizden biri unutmaktır bence. Eninde sonunda istemsizce huzura ulaşmak isteriz. Ama işte bu hiç yüce bir şey değildir.
Sonuçlar da pek yüce değildir zaten. Yıllardır bunu düşünürüm. Yaklaşık 1.5 yıl önce sırf bununla alakalı bir şiir yazmıştım ve kesinlikle bu dünyada bulunmak istemezdim. Neden mi? Mutluluğu hiç özel bir yanı yok çünkü, sıradan bir şey, sıkıcı bir şey.
"Elbette görünecek. Izdırap karşılığında kazanılan şeylerle kıyaslandığında, şu
andaki mutluluk çok sefil kalır. Ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık kadar
gösterişli değildir. Mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. Günahla mücadelenin, veya ihtiras ya da şüphe
nedeniyle ölümüne alt üst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta.
Mutluluğun yüce bir yanı yoktur."
Daha konuşulacak çok şey var da yaz yaz bitmez. Çok yazdım bile. Bireyin topluma yabancılaşması, şartlandırma, bilim, Shakespeare, aşk, cinsellik, üreme, totalitarizm, Ford, soma, denetçiler, istikrar, tanrı inancı ve çok daha fazlası.
Teşekkürler
Not: Ayrık bölge keşke o kadar kötü gösterilmeseydi ve sonunu beğenmedim. Kolayına kaçılmış sanki.
Güldüğüm yerler var mı var. Ama absürtlüğün de bir sınırı olmalı. Gidin ALEF izleyin, bunu izleyeceğinize. Öyle böyle diyebileceğimiz çok şey var. Her şey o kadar absürt ki komik demeye dilim varmıyor. Gülsem mi yoksa bu ne böyle diyerek acıyıp…devamıGüldüğüm yerler var mı var. Ama absürtlüğün de bir sınırı olmalı.
Gidin ALEF izleyin, bunu izleyeceğinize.
Öyle böyle diyebileceğimiz çok şey var. Her şey o kadar absürt ki komik demeye dilim varmıyor. Gülsem mi yoksa bu ne böyle diyerek acıyıp sırıtsam mı bilemedim.
Öncelikle kurguyu beğenmedim. Parça parça çekilip garip bir şekilde birleştirilmiş gibi duran, güzel başlayıp yersiz yersiz devam etmiş esprileri ile saçma sapan ayrıntıları (en önemlisi kulaklık) yok yere gözüme sokmuş, önemli yerleri de atlayıp bazı karakterleri harcamış (mesela dizdar koşu dikkat çekici bir giriş ile başarılı bir uzman olarak tanıtılıyor. Tam komedilik yer ama ne dalga geçiliyor ne de diğer herhangi bir karakter gibi ciddiye alınıyor) akmayan yavan, bayan bir kurgusu var.
Aklıma gelen iki şey var. Ya senaryoyu heyecanla alelacele hazırlamış bir senaristimiz var ya da değişik bir şey deneyen ama suyunu çıkarıp çorba yapan bir yönetmenimiz var.
Başlangıçtaki uyumsuz olan hariç kullanılan diğer şarkıları beğendim. Oyunculuklara da iyi diyebilirim.
Ancak izlemeyip vaktinizi daha güzel şeylere ayırmanızı öneririm. Bayıyor, sıkıyor.
Yedi Güzel Adam izleyesim geldi. İzle geç diyenlerden değilim maalesef. Genel olarak baktığımızda güzel duruyor, ilerleyen bölümlerde daha çok ana karakterlere odaklanarak da sosyal mesajlarını vermeye başlıyor. Güzel mesajlardı. Bunlardan bahsetmeyeceğim, izleyen biliyor zaten. Müzikleri de harikuladeydi, dönemi yansıtıyordu. Oyunculuklar…devamıYedi Güzel Adam izleyesim geldi.
İzle geç diyenlerden değilim maalesef.
Genel olarak baktığımızda güzel duruyor, ilerleyen bölümlerde daha çok ana karakterlere odaklanarak da sosyal mesajlarını vermeye başlıyor. Güzel mesajlardı. Bunlardan bahsetmeyeceğim, izleyen biliyor zaten. Müzikleri de harikuladeydi, dönemi yansıtıyordu. Oyunculuklar da iyiydi bence. Karakterler oluşturulan konu çerçevesinde güzel yansıtılmıştı.
Ama ama altyapı çöptü, çöp.
Gerçekten da öyle. BTS çantası ne be.
Yaşım yetmiyor ama büyüklerimizden öğrendik bir şeyler işte.
Nerede okuduğu belli olmayan (büyük ihtimal kolej) senaristlerin problem sandıkları şeyleri izliyoruz. Öyle tiplemeler var ki neredesinden tutsan masal izliyormuşuz gibi.
Hem de nasıl problemler, karakolluk problemler. Karakolluk ama özür yetiyor. Böyle olunca da sonuç ortada. Hatırlıyorsunuzdur.
Herhal bunların sorunlu yönlerini Netfilx az bulmuş, yumuşak bulmuş; bir el atayım demiş. Yanlışlıkla da sokmuş sanırım.
Mesela zamanında hiç dayak yememiş, günümüzde de kesin bu hiç dayak yememiştir, diyeceğimiz türden bir şahsı izliyoruz. Uçan tekme atmayı seviyor kendisi.
O senede okulda bira içeceksin, çakmak taşıyacaksın, öpüşeceksin...
Hak vermeye çalışıyorum ama olmuyor. Nereden tutsam elimde kalıyor.
Şu eşcinsellik meselesi de gördüğüm en büyük reklam kampanyasıydı sanırım. Süre falan kısaltma mı dediniz? Hayal kurmayalım. RTÜK de bir şey izlemiyor, haberiniz olsun.
Keşke bizi yansıtsa.
Yoklukta olan izlesin.