Bergman sineması genel olarak ağır bir psikolojiden ve karmaşık senaryodan oluşur. Bu film benim için en karmaşıklarından biriydi. Kadının derdini, ilişkileri, kadın olmayı tüm zorluklarıyla öne serip eleştirmiş Bergman. Eh başarılı olduğu da aşikar. Dediğim gibi sadece çok karmaşık. Birbirlerine…devamıBergman sineması genel olarak ağır bir psikolojiden ve karmaşık senaryodan oluşur. Bu film benim için en karmaşıklarından biriydi. Kadının derdini, ilişkileri, kadın olmayı tüm zorluklarıyla öne serip eleştirmiş Bergman. Eh başarılı olduğu da aşikar. Dediğim gibi sadece çok karmaşık.
Birbirlerine bir şekilde bağlı olan ama farklı farklı yerlere savrulan üç kadın var filmde. Rut, Viyola ve Valborg. Daha çok Rut'a odaklanıyor. Rut'un sorunlu ama bir şekilde tutkulu olan evliliğini izliyoruz. Geçmişte bi' askeri subay olan Raoule ile olan ilişkisine de değiniyor film. Onun yüzünden kürtaj olup bir daha çocuk sahibi olamayacak olması da Rut'un hayatındaki en büyük sorun -Rut'a göre-
Devam etmeden önce Raloune'nin kısa süre görünmesine rağmen en sinir olduğum karakterlerden biri olduğunu söylemek isterim. Film için değil, genel konuşuyorum. Kadını kendi malı gibi gören erkeklerin tasviri bir karakterdi sanki. Karısını aldatıyordu ve bununla gurur duyuyordu. Hatta akıllı, düzgün erkeklerin böyle yapması gerektiğini savunuyordu. Çünkü öyle erkeklerin iki kadını olurmuş.
Rut ve kocası Bertil var bir de. Aralarında bir sevgi var ama anlaşmazlık daha fazla. Rut'un sürekli bir şeylerden şikâyet etmesi, bir şeyler istemesi Bertil'in ise pısırık bir karakter gibi çizilmesi. Zaten filmde erkek karakterlerin asla ortası yok, ya maço ya da pısırıklar. Kadınların da psikolojisi bu ortası olmayan erkeklerin davranışlarıyla alt üst oluyor ve bir şekilde bizim gözümüze sokuluyor.
Viola ise Bertil'in eski karısı. Sadist bir doktorun pençesinde kendini kaybetmiş ve ondan kaçmaya çalışan bir kadın. Bir şekilde bir şeyleri özetlemeye tanıtmaya çalışıyorum ama inanın ben de pek bir şey bilmiyorum. Bilmiyorum derken elbet filmi izledim ama filmdeki olayların bir başı bir sonu yok. Nereden nereye geldiğimiz belli değil. Herkesin psikolojisi, sorunlar bir anda patlak veriyor. Coşuyor, kabarıyor, sönüyor. Bir şekilde ilerliyor işte.
Valberg ise filmin lezbiyen karakteri. Kendini pek de izleyemedik. Yani bilmiyorum, 1 buçuk saatlik filmde kaçırdığım yer mi oldu emin değilim ama yeterince tanıdığımı düşünmüyorum bu karakteri. Sadece eşcinsel olduğunu biliyorum. Filmin sansüre uğradığını okumuştum, lezbiyen sahnelerinden ötürü belki Valborg sahneleri çıkarılmıştır. Belki de Bergman onu bu kadar anlatmayı, bu kadar göstermeyi yeterli bulmuştur. Bilmiyorum... Yani kadınlar sorunu yaratan erkeklerden ötürü oradan oraya savrulurken -zihinsel bir savrulma- biz de sahneler arasında savruluyoruz. Parça parça bir film. Bütünleştirebilince derdi güzel, öyledir yani. Henüz başaramadım.
Bergman'ın bu filmleri savaş döneminden sonra çekilmiş hep. O yüzden savaş döneminin izlerini, insanların o zamanlardaki sefaletini de taşıyor. Hem toplumsal sorunları, hem bireysel sorunları hem çağın sorunlarını anlatıyor tek bir filmde Bergman. Tabii bu sadece bu filmine özel değil, her filminde yapabiliyor.
Filmin senaryosu hakkında daha fazla konuşmaya gerek duymuyorum. Biraz da beni kendine çeken, izlememde etkiyi arttıran şeyden bahsetmek istiyorum. Çekim açıları, kamerayı kullanımı. Tam da yerinde karakterlerin dibine kadar giriyoruz ve onların ruh halini sadece anlamıyor, o ruh haline bürünüyoruz sanki. Neyi nereden çekeceğini, hangi duyguyu hangi açıyla vermesi gerektiğini çok iyi biliyor Bergman. Bu filminde de bunun nimetlerini görüyoruz.