“Geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne sürmemin nedenini sormuştun. Genellikle olduğu gibi, verecek hiçbir cevap bulamadım, kısmen tam da sana karşı duyduğum bu korku yüzünden, kısmen de bu korkuyu gerekçelendirmek üzere, konuşurken toparlayabileceğimden çok daha fazla ayrıntı gerektiği için. Ve…devamı“Geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne sürmemin nedenini sormuştun. Genellikle olduğu gibi, verecek hiçbir cevap bulamadım, kısmen tam da sana karşı duyduğum bu korku yüzünden, kısmen de bu korkuyu gerekçelendirmek üzere, konuşurken toparlayabileceğimden çok daha fazla ayrıntı gerektiği için. Ve şimdi burada sana yazılı bir cevap vermeyi deniyor olsam da, bu fazlasıyla eksik kalacaktır, çünkü bu korku ve onun etkileri senin karşında yazarken de ket vuruyor bana ve dahası meselenin büyüklüğü, hafızamın ve aklımın sınırlarını çok aşıyor”
kafka.
Tek bir kelime yok, tek bir jest yok ya da siz ölüsünüz. Geldiklerini görüyoruz yavaş yavaş, bir yığın itin teki. Zaman zaman içlerinden birini tanıdığımız oluyor. Yanlarındaki küçük kız kötü denenlerden. Yalnızca iki parmak Porto. Kapıyı vurmadan girin, içeri girmeden…devamıTek bir kelime yok, tek bir jest yok ya da siz ölüsünüz. Geldiklerini görüyoruz yavaş yavaş, bir yığın itin teki. Zaman zaman içlerinden birini tanıdığımız oluyor. Yanlarındaki küçük kız kötü denenlerden. Yalnızca iki parmak Porto. Kapıyı vurmadan girin, içeri girmeden kapıyı vurun. Menteşeleri sökün. Ön cepheleri patlatın. Bir şey yapın ama n’olursunuz! Soğan zarı inceliğinde görüşler duyum sinirine erişiyor. Bok da sürekli yeniden başlayıp duruyor. Yerli dilde can sıkıcı tıraşlar, ama hep dönemin havasına bağlı, aynı erkek, yetişkin, beyaz değerler içine kapanma. Viyaklamak, böğürmek, yerde yuvarlanmak, havasızlıktan boğulmak, doğurmak, meme vermek, karnı burnunda hamile olmak, göbek bağını dişleriyle koparmak. Tamam, bir şey demiyorum, hâlâ ve hep savaş öncesinde pıhtılaşmış zaman, can sıkıcı, yoksulluk, yoksun, beş kuruş, geçinebilmemiz için beş kuruş. Çinko evyenin üzerinde düşen damlaların izi. Vasistası açmak için bir ip. Sinekkapan ve kara turplar. Sahanlıkta alaturka yüznumara. Tel dolapta yapış yapış petrole bulanmış bir martı.
Şüphe yok ki, benzersiz güzelliğinin en parlak günlerinde onu sevmedim. Varoluşumun tuhaf sapması içinde ona karşı hislerim içten olmadı; tutkularım ise hep mantığıma aitti.
Spoiler içeriyor
Tanrının varlığının hissedilmediği melankolik ve kasvetli bir dünya. Polonya’nın 1980’li yıllarda yaşadığı koşulları ve insanların bunlarla baş etme biçimini anlatan Dekalog. 10 bölümden oluşan dizi, tek tek, karışık ya da birbirinden bağımsız da izlenebilir. Ama Dekalog’da ortak olarak bir şey…devamıTanrının varlığının hissedilmediği melankolik ve kasvetli bir dünya.
Polonya’nın 1980’li yıllarda yaşadığı koşulları ve insanların bunlarla baş etme biçimini anlatan Dekalog. 10 bölümden oluşan dizi, tek tek, karışık ya da birbirinden bağımsız da izlenebilir. Ama Dekalog’da ortak olarak bir şey vardır. tüm bölümlerinde hep o adamı görürüz. Mario Sesti’nin Dekalog üzerine kaleme aldığı denemesinde “eylemlere karışmayan meleksi bir mevcudiyet”
Bu meleği izleyici gibi hissettim. Hiçbir şekilde engel olamayan ama acılarını paylaşan.
Eski ve Yeni Ahit’in özünde yer alan, On Emir’i her bir bölümde anlatan dizi için, her bir bölümün bir Emir’e karşılık geldiğini söylemek demek bence yanlış olur çoğu bölüm birkaç emire gönderme yapar. (On, Bir)
Dekalog Bir | “Kendine herhangi bir oyma imge yapmayacaksın /.../ Çünkü Efendin olan ben senin tanrın kıskanç bir Tanrıyım, ve babaların günahlarını çocuklara yüklerim”
Dekalog bir de, Pozitif bilimi, rasyonel aklı temsil eden bir akademisyen ile, onun kendi değerleriyle yetiştirdiği oğlunu izliyoruz.
Baba bilgisayara sonsuz güveni olan onu putlaştıran biridir. Pawel (oğlu) buzların üzerinde bir gece kaymaya gidipte buz kırılınca, Bilgisayara yaptığı hatanın nedenini sorar. Önceki gece buzun üzerine sıcak suyun döküldüğünü düşünemez. Çünkü onun için makine ve bilim herşeyin üstündedir.
Dekalog İki | “Efendin olan Tanrı’nın adını boş yere anmayacaksın”
Tanrı’nın gücüne dikkat çekmek, ahlaki olarak insanı sınamayı bu emirle gösterir.
Bir doktor, kocasının durumunu soran ve cevaba göre hareket edecek olan kadına yalan söyleyip “umut yok” der. Kendini Tanrı konumuna sokar. Cevaba göre hareket edecek olmasının nedeni kadının başka birinden hamile olmasıdır. Bu durum kadını büyük bir zorluğa iter. Doktorun kendini tanrı konumuna koyması olayları manipüle etmesi, emri işler.
Dekalog Üç | “Şabbat gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın”.
Dekalog Üçte, bir taksicinin hikayesi anlatılıyor. Yılbaşı gecesi Janusz, eski metresiyle, metresinin “kayıp koca”sını arar. Ailesini evde bırakıp geceyi kocasına aramakla geçirir. Ama işin aslında kayıp bir eş yoktur. Kadın geçmişte ki yalnızlığını taksici ile telafi etmeye çalışır.
Dekalog Üç havası ve ambiyansı ile bana maviyi anımsattı. Maviden daha mesafeli ve soğuktu. Hem karakterler hem ambiyans.
Dekalog Dört | “Babana ve anana hürmet edeceksin”
Annesi olmayan, babasıyla büyüyen Anka, babasına fazla bağlanması sonucunda oluşan duygularını artık dizginleyemiyor ve dışa vuruyor. Film de annesinin açmamasını söylediği mektubun, başta açılmaması, sonrasında da böyle gideceği umudunu oluşturdu ama tabi emre karşı gelmiş olmayacaktı. Başta bilinmezlikle kalmayı tercih etmeleri, kızın da babasına hissettiği duygular nedeniyle okumamayı tercih etmesi, bir şey gösteriyor aslında; gerçek baba kız olmanın önemini.
Dekalog Beş | “Öldürmeyeceksin”
Dizi de iki bölüm arasında kaldığım, hangisinin daha iyi olduğuna karar veremediğim bu bölüm.
Evet tüm bölümler de emirler ihlal ediliyor, ama diğer hiçbir bölümde, bu bölümde olduğu kadar sert ve şiddetli ihmal edildiğini sanmıyorum.
“Yasalar, doğayı taklit etmemeli, onu geliştirmelidir. İnsanlar, başkalarını yönetmek için hukuku icat etti. Yasalar, kim olduğumuzu ve nasıl yaşayacağımızı belirliyor. Biz yasalara ya uyarız ya da ihlal ederiz. İnsanlar özgürdür. Onların özgürlükleri, başkalarının özgürlükleri ile sınırlandırılmıştır. Ceza, intikamdır. Özellikle, zarar vermeyi amaçlayan cezalar, suçu önlemiyor. Yasalar, kimin için intikam alıyor? Masumlar adına mı? Masumlar mı kanunları yapıyor.” Avukatın söylediği bu diyaloğun bu kesitinde bir mesaj veriyor en baştan.
Devlet aygıtı tarafından cinayetin tekrarlanması da bir cinayet aslında devletin yapması bunu meşru kılmıyor.
Bölümde, Asıl kırılma noktası ikinci cinayet. Zizek bunu Hitchcock’un sapığına benzetir. O filmde de asıl travma ikinci cinayettir.
Dekalog Altı | “Zina Yapmayacaksın”
Dekalog da ki en çarpıcı bölüm olabilir. Her ne kadar Beş ve Altı arasında gidip gelsem de ve bunlar Birinci bölüm ile kavga etse de. Dekalog 6’nın yeri ayrı.
“Genç bir adamın karşı apartmanda oturan kadına duyduğu derin aşk” diyemem.
Tomek’in Magdaya duyduğu “aşk”a film boyunca asla inanamadım. Çünkü sahteydi. İlerleyen kısımda Tomek’in intihar etmiş olması da bu düşüncemi, benim açımdan doğru kılmış oldu. Kendisi aslında narsist biriydi. Aynı zamanda Tomek içe dönük ve yalnız bir karakterdi. Sevgiye muhtaç olduğu dizide belliydi. O yüzden de Magda’yı seviyor demek doğru olmaz. Yani Tomek’in Magda’ya duyduğu aşk gerçekte sahteydi. Narsistçe bir idealleştirme tutkusuydu. Tomek sevgiyi sevdiği için ve buna ihtiyacı olduğunu bilmediği ya da kendisine itiraf etmek istemediği için de, cinayeti kendine yöneltti.
Cinayeti kendine yöneltmesinin bir diğer nedeni de, yukarıda dediğim gibi Tomek’in içe dönük bir karakter olmasıydı. Bu da onu mazoşist biri haline getirdi. (kendine zarar verme açısından) Her mazoşist aslında birer sadisttir. Çünkü kendine zarar verme gücü olan kimsenin içinde, bir başkasına zarar verme gücü de gizlidir.
Yani Tomek aslında içe dönük bir karakter olmazsa, kendisine değil de Magda’ya zarar verecekti.
Tomek’in hissettiği hiçbir duygu bana güzel ve özel gelmedi. Aşkı hiç de göründüğü gibi saf değildi. Çünkü Tomek’in kendisi en başta saf bir karakter değildi.
Filmde bir sevgi yok, derin bir sevgi ihtiyacı var.
Dekalog Yedi | “Çalmayacaksın”
Majka öğretmeniyle ilişki yaşar ve ondan bir çocuğu olur. Majka’nın kendisi anne olmasına rağmen “sorumluluğu üzerinden almak” için annesi çocuğa annelik yapar. Ama tabi ki bu böyle devam etmez. Majka sahiplenmenin vermiş olduğu yoğunlukla kızını kaçırır.
Majka Slavcada da anne anlamına gelir. Kieslowski’nin kelime oyunlarından biri.
Film de ”Zaten senin olan bir şeyi çalabilir misin” sorusu ana unsurdur.
“Sevgide sahip olmadığınız şeyi veremezsiniz zaten sizin olan bir şeyi çalarsınız - bu da sevgi midir? (Lacan)
Dekalog Sekiz | “Yalan Yere Şahitlik Yapmayacaksın”
Üniversite de etik ve ahlak üzerine dersler veren öğretmen ve kitaplarını çeviren Elzbieta arasında geçiyor. Elzbieta çocukken Soykırımdan kaçmış biridir. Öğretmen bir yalan söyler geçmişte. Yalan söyleyen kadın büyük bir vicdan azabı çeker. Aslında Zofia’nın Etik ve Ahlak dersi vermesinin nedeni de budur. Kendi hatasını aydınlatmak için çaba göstermek.
Dekolog Dokuz |“Komşularının, yakınlarının malına göz dikmeyeceksin”
Filmde Roman, hayatı boyunca iktidarsız olacağını öğrenip karısına isterse boşanacağını dile getirir. Karısı ona “Aşk, sadece yatakta her hafta beş dakika sevişmek değildir. Aşkı kalbinde hissedersin, bacaklarının arasında değil. Sahip olduklarımız, sahip olamadığımız şeylerden çok daha önemli.” Der. Aşkın ve sadakatin acının yoğun olduğu bir bölüm
Dekalog On | “Komşularının, yakınlarının malına göz dikmeyeceksin”
Diğer bölümlerle de en çok bağlantılı olan bölüm. (Dekalog Bir, Dekalog Beş)
Jery ve Arthur babaları ölünce, onlara bir servet değerinde ki pul koleksiyonunun kaldığını öğrenirler. Süreç boyunca oldukça açgözlü davranıp, aza tamah etmeyen kardeşler trajikomik bir sonla karşılaşırlar. Dekalog serisinin en farklı bölümü diyebilirim. Diğer bölümlerin melankolik havası yoktu. Diğer bölümlerin aksine ‘City Death’ isimli punk ile başlayıp, ve yine diğer bölümlerin aksine, Preisner’in müziğiyle değil, City Death ile sonlanır.
Herkesin önemli inançlara sahip olduğunu gösterip, aslında kimsenin hiçbir şeye inanmadığı bir dizi.
Bu dünya güzel bir yer doğmak için her zaman pek de eğlenceli bir şey olmayan mutluluğa meraklı değilseniz arada bir de tam her şey yolunda giderken az buçuk cehenneme aldırmıyorsanız eğer çünkü her zaman şarkı söylenmiyor cennette bile Bu dünya…devamıBu dünya güzel bir yer
doğmak için
her zaman
pek de eğlenceli bir şey olmayan mutluluğa meraklı değilseniz
arada bir de
tam her şey yolunda giderken
az buçuk cehenneme aldırmıyorsanız eğer çünkü her zaman
şarkı söylenmiyor
cennette bile
Bu dünya güzel bir yer
doğmak için
birtakım insanların durmadan ölmelerine
ya da zaman zaman
yalnızca aç kalmalarına
aldırmıyorsanız eğer
ne de olsa bu da o kadar kötü bir şey değil
aç kalan siz olmadıkça
Ah bu dünya güzel bir yer
doğmak için
önemli yerlerdeki
bir iki mankafaya
ve arada bir
göğe çevirdiğiniz yüzlerinize
düşecek bir iki bombaya
ya da saygın ve ölgün kişileriyle
Marka meraklısı toplumumuzdaki
başka münasebetsizliklerle
papazlara
devriye polislerine
çeşitli ayrımcılıklara
meclis soruşturmalarına
ve çılgın tenimizin duçar olduğu
başka munkabızlıklara
pek de aldırmıyorsanız eğer
Evet bu dünyadan daha iyisi yok
eğlenme sahneleri,
sevişme sahneleri
hüzünlenme sahneleri
aşağılık şarkılar, esinlenmeler
dolaşıp gezmek
her şeye bakmak
çiçek koklamak
heykellere parmak atmak
hatta düşünmek
insanları öpmek
çocuk yapmak ve pantolon giymek
şapka sallamak
dans etmek
yaz ortasında
pikniğe gidip
nehirlerde yüzmek
genel olarak
“hayatın tadını çıkarmak” için
Evet
ama tam bunlar olurken bir de bakarsın gülümseyerek
cenaze levazımatçısı
gelivermiş
Entelektüeller sınıfı, ırk ve toplumsal cinsiyet imtiyazlarını sorgulayan kişiler olmalıdırlar, diye başlıyor kitapta Said. Kişinin hangi partiye, hangi ırka ve nereye bağlı hissederse hissetsin, doğruları söylemekten çekinmemesi gerektiğini vurguluyor. Eğer söylenmesi gereken bir şey varsa ve entelektüel susuyor ise, bu…devamıEntelektüeller sınıfı, ırk ve toplumsal cinsiyet imtiyazlarını sorgulayan kişiler olmalıdırlar, diye başlıyor kitapta Said. Kişinin hangi partiye, hangi ırka ve nereye bağlı hissederse hissetsin, doğruları söylemekten çekinmemesi gerektiğini vurguluyor. Eğer söylenmesi gereken bir şey varsa ve entelektüel susuyor ise, bu onun kamusal rolüne gölge düşürecek bir tavırdır. Bu yüzden de entelektüel kişi için belirli kurallar yoktur. Bunlar bir ruhban sınıfı oluştururlar. Lakin neyi temsil ettikleri de oldukça önemlidir. Kaygılarını dile getirirler iyi, hoş ama bu dünyada doğruyu ve adaleti savunmayı görev edinmeleri gerekiyor. Julien Bende, gerçek entelektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar. Diyor.
Peki Said günümüzdeki entellektüelleri ne konuma koyuyor? Entelektüel tanımı gözümüzde izole olmuş, sürekli okuyan, dünyayla tek bağlantısı yaşaması olan kişi değildir. Lakin bu böyle lanse edilir. Günümüz entelektüelleri, garantili bir geliri olan ve kabuğuna çekilmiş bir edebiyat profesörüdür, diyerek sert bir yorumda bulunur Said. (Profesyonellik ile kastettiği şey, bir işi geçim kaygısıyla yapan, kurallar ile apolitik ve nesnel birine dönüşen kişi.) Jacoby de bu tür insanların amacının toplumu değiştirmek değil, akademik kariyer yapmak istemesi olduğunu söyler.
İnsan özel alanda kalarak entelektüel olamaz. Ki yazdıklarını paylaşan kişi, artık kamusal alana girmiştir. Bu andan sonra dinleyicilerine, hoş güzel sözler söyleme fikrini bir kenara bırakmalı, keyiflerini kaçırmalı, sıkıntı vermeli onlara. Entelektüel devlete yaranmaya çalışmamalı çünkü iktidar entelektüelleri kendi saflarına çekip seslerini kısabilecektir. Egosunu güçlendirmek ya da statüsünü düşünmek için iktidarı pohpohlamak (Burda bir iktidarı kötüleme biçiminden bahsetmiyor. Eğer ortada bir adaletsizlik varsa, sırf iktidar diye ondan çekinmemeli ve tanrı değiştirir gibi saf değiştirmemelidir. Bunun aksine Said’in İktidar tanımını sevdim. İktidara karşı olacağım derken, muhalefete bağlı bir entelektüelliği de yanlış buluyor. Yani iktidara karşı muhalefet olmakla değil bağımsız olmak önemli) ve bunun keyfini çıkarmak değildir. (Tabi şimdi ki entelektüellerin bu kadar cesur olup olmadığı tartışılır.) Kişi eğer bunu gerçekleştirirse Ne olur diye düşünmek. Çağın baskısından korunmaya çalışmak onları bir entelektüel sınıfına koymaz. Entelektüel sürekli aktif olmalı. Dili nerde ve ne zaman kulanacağını bilmelidir. Dilin işlevi konunda George Orwel'dan yaptığı alıntı ile dilin önemini vurguluyor. Orwell, “Siyaset ve İngiliz Dili” adlı denemesinde bunu gayet ikna edici biçimde anlatır. Klişeler, aşınmış metaforlar bayat kullanımlar, der Orwell, “dilin çürümesi”nin örnekleridir. Sonuçta zihin uyuşup pasifleşirken bir süpermarketteki fon müziği yaratan dil, bilincin üzerini kaplayıp onu basmakalıp düşünce ve duyguları, incelemeden, edilgin bir biçimde kabul etmeye ayartır.”
Entelektüeller benzerlik gösterse bile yaşadıkları döneme göre onları ayrıştıran unsurlar göz ardı edilemez.
Said eğer ortada bir savaş bir acı varsa, Entelektüel'in yapması gerekenin ırkın veya ulusun çektiği bu çilleyi evrenselleştirip, insani bağlama oturtmanın görevi olduğunu bilmesi gerektiği. entelektüelleri sürgün, marjinal, amatör olarak hakikatı söylemeye çalışan bir dilin müellifi olarak alıyorum diyor. Günümüzde eksikliği hissedilen aydın insanlardır bunlar. Said'in entelektüellerin amatör olmaları gerektiğini söylemesinin nedeni şudur; Uzmanlaşmış kişiler entelektüel olamaz. Bir alana kapatılmıştır çünkü, başkalarının istediklerini yapar. Düşüncelere ve değerlere önem vererek hareket eder. Belirli kurallar çerçevesinde düşünür. Oysa entelektüel özgür olmak zorundadır. Aman ağzımızın tadı bozulmasın fikri ile ilerleyemez. Bir mesleğe ya da bir milliyete sığınmak, eninde sonunda birşeylere sığınmaktır, diyor.
Said, ABD'nin herşeye aşırı müdahaleci tavrından oldukça rahatsız ve bunu kitapta sık sık dile getiriyor. (Batı’nın İslam dünyasına olan tavrını da eleştirir.) Amerika da yaşayan bir entelektüel'e ülkesinin inanılmaz kaynaklara, başarılara sahip olan ve çok zengin bir çeşitlilik arz eden bir göçmen topluluğu, aynı zamanda görmezden gelinemeyecek iç eşitsizliklerden ve dış müdaheleye de sahip olduğunu unutmaması gerektiğini söyler.
Çeşitli siyasi figürlere, partilere, birilerinin otoritesine karşı çıkmaktan çekindiği 'kahraman'lara (bizim deyimimizle peygamber mi demeliydim?) inanmadığını. Bu tür kavramlara hep soğuk kaldığını dile getiriyor. Çağrışımlar uyanmadı değil. Atatürk'ü putlaştıran bir toplum hali hazırda göz önünde. Said, tanrıları ellerinden giden ya da ellerinden alınan entelektüellerin, sus pus olmalarının nedeninin yeni bir tanrı arayışında olduğunu söylüyor.
“Lafı gevelemeden hemen söyleyeyim: Herhangi bir türden siyasi tanrıya inanmaya ve o tanrının saflarına katılmaya karşıyım. İkisinin de entelektüel için yakışıksız davranışlar olduğunu düşünüyorum.
gözünüz haminizin üstündeyken bir entelektüel gibi düşünemezsiniz. Sadece bir mürit gibi düşünebilirsiniz. Aklınızın köşesinde bir yerlerde onu memnun etmeniz, üzmemeniz gerektiği düşüncesi vardır.”
İnsanlarda özgürlük fikrini uyandırırsanız, o zaman özgür insanlar sürekli olarak kendilerini özgürleştirmeye devam ederler; aksine insanları yalnızca eğitirseniz, o zaman onlar en yüksek biçimde eğitilmiş ve zarif bir tarzda kendilerini daima koşullara alıştıracaklar ve itaatkâr dalkavuk ruhlara yozlaşacaklardır. Yetenekli ve…devamıİnsanlarda özgürlük fikrini uyandırırsanız, o zaman özgür insanlar sürekli olarak kendilerini özgürleştirmeye devam ederler; aksine insanları yalnızca eğitirseniz, o zaman onlar en yüksek biçimde eğitilmiş ve zarif bir tarzda kendilerini daima koşullara alıştıracaklar ve itaatkâr dalkavuk ruhlara yozlaşacaklardır.
Yetenekli ve eğitilmiş öznelerimiz çoğunlukla nedir? Küçümseyen, sırıtan köle sahipleridir ve kendileri de köledir.
Hiçbir şey tamamıyla ortadan kaybolmadığı gibi ortadan kaybolan her şey de birtakım izler bırakır. Sorun her şeyin ortadan kaybolduğu bir yerde geriye nelerin kalmış olduğudur. Bu biraz Lewis Carroll'un Cheshire kedisinin başına gelenlere benzemektedir. Kedi biçimsel anlamda görünmez hale geldiğinde…devamıHiçbir şey tamamıyla ortadan kaybolmadığı gibi ortadan kaybolan her şey de birtakım izler bırakır. Sorun her şeyin ortadan kaybolduğu bir yerde geriye nelerin kalmış olduğudur. Bu biraz Lewis Carroll'un Cheshire kedisinin başına gelenlere benzemektedir. Kedi biçimsel anlamda görünmez hale geldiğinde bile gülümsemeyi sürdürmektedir. Bu olay Tanrı’nın başına gelenlere de benzetilebilir, başka bir deyişle Tanrı ortadan kaybolduktan sonra da yargılamayı sürdürmektedir. Gülümseyen bir kedi insanı yeterince korkutabilirken, kendisi görülmediği halde gülümsemeyi sürdüren bir kedi insanı daha da çok korkutabilir… Yargılayan bir Tanrı insanı yeterince korkuturken, bir de gittikten sonra yargılamayı sürdüren bir Tanrı düşünün…
“Hayatım boyunca en değersiz olduğum dönem, herkes tarafından en çok takdir edildiğim dönemdi.” Marcel Proust’un 1896 yılında yazdığı, Kayıp Zamanın İzinde serisinin habercisi niteliğinde ki kitabı Hazlar ve Günler. Kısa anlatılar, öyküler ve şiirler bulunuyor Hazlar ve Günler’de. Yirmili yaşlarında…devamı“Hayatım boyunca en değersiz olduğum dönem, herkes tarafından en çok takdir edildiğim dönemdi.”
Marcel Proust’un 1896 yılında yazdığı, Kayıp Zamanın İzinde serisinin habercisi niteliğinde ki kitabı Hazlar ve Günler.
Kısa anlatılar, öyküler ve şiirler bulunuyor Hazlar ve Günler’de. Yirmili yaşlarında kaleme aldığı yazılar bunlar. Proust düzyazıda şiiri yaşatan nadir yazarlardan. Her bir cümlesi, kelimesi gerçekten çok etkileyiciydi
Kitabın son sayfalarına doğru, Ressam ve Müzisyen Portreleri bulunuyor. Şiir kısmı burası aslında. Bu kısımda, Chopin, Gluck, Schumann, Mozart gibi Müzisyenlerden, Albert Cuyp, Paulus Potter, Antoine Watteau, Antony Van Dyck gibi ressamlardan bahsediyor. İlgili şiirlerini oldukça sevdim. Kendisi bu kitabını her ne kadar başarılı bulmamış olsa bile.
Proust Hazlar ve Günler hakkında:
“vicdanı hassas kişilerde ahlaksızlığı tasvir ettim. dolayısıyla iyiliği hedeflemeyecek kadar zayıf, kötülüğü tam tadına varamayacak kadar asil olan ve ızdıraptan başka şey tanımayan bu insanlardan bu küçük denemeleri arıtacak kadar samimi bir merhametle söz ettim” diyerek bahsettiği kitap, mensup olduğu ‘sosyete hayatı’na getirilmiş, eleştirel bir bakıştır.”
Kayıp Zamanın İzinde serisine hazırlık için başladığım bu kitap, Proust’tan okuduğum ilk kitap ve buna rağmen Proust’un betimlemeleri, her şeyin gerçekten gözümde canlanması, karakterlerin duygularını anlatma biçimi, çok iyi bir haz veriyor okura.
Tıpkı Proust’un Sainte-Beuve'e Karşı’da söylediği gibi:
“Bir yazarı okuduğum zaman, sözlerin ardındaki, her yazarda diğer yazarlardan farklı olan şarkının ezgisini hemen ayırt ederdim; okurken, farkında olmadan o ezgiyi mırıldanır, notaları hızlandırır, yavaşlatır, keser, tıpkı şarkı söylerken yaptığımız gibi notaların ölçüsünü ve dönüşünü vurgulardım; ezginin ölçüsüne bağlı olarak, çoğu kez bir kelimenin sonunu söylemek için uzun süre beklerdim.”