"Okuduğu kitaplarda kendi düşüncesinin ve duygularının yankılarını, bir gün önce söylediği kelimeleri buluyordu. Sanki yazar onun kalbinin atışlarını dinlemiş de yazmıştı." #Oblomov | Ivan Aleksandroviç Gonçarov
Lisedeyken sıklıkla duyduğumuz o kitabı sonunda okudum hem de özetine bakmadan, ezberleme ihtiyacı duymadan.. Biz niye bir sürü kitabın adını ezberledik yaa? Karakterleri aklımızda tutmaya çalıştık? Karakterleri geçtim konularını ezberlemeye çalıştık? Yaa bize niye böyle şeyler yaptırdılar hala çözemedim. Bir…devamıLisedeyken sıklıkla duyduğumuz o kitabı sonunda okudum hem de özetine bakmadan, ezberleme ihtiyacı duymadan..
Biz niye bir sürü kitabın adını ezberledik yaa? Karakterleri aklımızda tutmaya çalıştık? Karakterleri geçtim konularını ezberlemeye çalıştık?
Yaa bize niye böyle şeyler yaptırdılar hala çözemedim.
Bir de dönemleri ayrı ayrı değerlendiriyorduk. Koca bir cumhuriyet dönemini ağlayarak ezberlemeye çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Sonuç ne mi oldu koca bir hiç. Keşke hiç ezberlemeye çalışmasaydım.
Bu kadar söylenmenin ardından en sevdiğim dersin edebiyat olması ve sorularını keyifle çözmem bana da tuhaf geliyor o yüzden hiç o konulara girmeyelim.
Kitabımızın diğer adı Sergüzeşt-i Ali olduğu için haliyle Ali'nin serüvenine şahit olduk. Bir de ilk edebi roman özelliği taşıdığından çok güzel bir şey beklemiyordum zaten ama beklediğimden daha güzeldi. Hatta okurken çok sıkılacağımı bile düşünmüştüm ama klasik Türk dizisi izliyormuş gibi hissettim. Keyifli bir süreçti.
Ali'ye o kadar sinir oldum ki.. Yani bir insan anca bu kadar sinir bozucu olabilir. Hayır bir otur ve dinle insanları, sonrasında ne yapıyorsan yap ama dinle. Yok dinlemeyecek, fevri kararlar verecek ve sonrasında pişman olacak. Sanki kendi çok namusluymuş gibi insanları namusuna göre yargılayacak!
Of ya Dilaşup'un orada öylesine harcanmasına o kadar çok sinir oldum ki. Mahpeyker bir yandan Ali bir yandan kızı bitirdiler resmen.
Zaten Ali'nin annesine de sinir olmuştum. Oğlunun yaptıklarını bilmesine rağmen kızı evine alıp hayatını kararttı.
Ayy yazarken bile gerildim. Dedim ya klasik Türk dizisiydi diye gerçekten öyleydi jdoısjdsj
Ali'nin de hakkını yemeyelim ilk başlarda gerçekten masumdu. Mahpeyker'i ilk gördüğü kısımlarda çok sempatik gelmişti gerçi o kısım da biraz tuhaftı ama eski dönemleri anlattığı için hiç sorgulamadım.
Edebiyata kazandırılan ilk edebi eserdi ve ana fikri de son kısımda verilmişti. Son pişmanlık fayda etmezdi..
Uzun zamandır sonuna bu kadar şaşırdığım bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Hatta son kısımda bir akıl tutulması yaşadım ve dedim ki "Ben şimdi ne okudum?" Konusu ve yazarın konuya ara ara merak unsurunu eklemesi güzeldi yani keyifle okudum diyebilirim hatta bazen…devamıUzun zamandır sonuna bu kadar şaşırdığım bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Hatta son kısımda bir akıl tutulması yaşadım ve dedim ki "Ben şimdi ne okudum?"
Konusu ve yazarın konuya ara ara merak unsurunu eklemesi güzeldi yani keyifle okudum diyebilirim hatta bazen devamını okuyabilmek için işlerimi ertelediğim bile oluyordu.
Reading slump denen illetten kurtulmak için güzel bir kitap olduğunu düşünüyorum asdhskds
Konusuna gelecek olursak; 33 yaşında ünlü bir ressam olan Alicia Berenson, kocasının suratına beş kez ateş ederek onu öldürüyor ve bu olayın ardından derin bir sessizliğe bürünüyor. Yani cinayetin sebebini anlatması bir yana herhangi bir iletişim bile kurmuyor. Düşünüyorum da Alicia'nın yerinde olsaydım ve cinayet işledikten sonra bu kadar uzun bir süre konuşmasaydım ne yapardım?
Sanırım delirirdim ki zaten Alicia da o noktaya gelmişti.
Bu cinayetin sebebini kurcalayan psikoterapist Theo Faber ise bir şekilde Alicia'nın olduğu hastanede çalışmaya başlamış ve onun terapisti olmuştu. Daha sonra yapamazsın demelerine rağmen onu konuşturmaya çalışma çabaları, hastanedeki diğer karakterlerin hayatlarından kesitler ve bu terapistin de özel hayatındaki bazı sorunlar derken bir baktım ki kitap bitmiş.
Karakterlerden bir tek Elif'i hatırlıyorum. O da namımızı o kadar güzel yürüttü ki anlatamam.
En son birini kışkırttığı için gözlerinden olmuştu ve ben o sahneyi gözümde canlandırmak gibi bir hata yaptım 🤦🏻♀️
Çok kötüydü.
Genel olarak beğendim ve çevremdekilere bile önermeye başladım ama hala suçlunun kim olduğunu bilmiyorum çünkü herkes kendi çapında haklı yaa.
Spoiler içeriyor
Uzun zamandır gözüme kestirdiğim ama bir türlü başlayamadığım bir kitaptı halbuki ilgi çekici bir konusu varmış keşke daha önce okusaydım. Akıcı bir dili olmasının yanında merak unsurunu öyle yerinde kullanmş ki okurkenki o heyecanı uzun zamandır hiçbir kitapta yaşamadığımı fark…devamıUzun zamandır gözüme kestirdiğim ama bir türlü başlayamadığım bir kitaptı halbuki ilgi çekici bir konusu varmış keşke daha önce okusaydım. Akıcı bir dili olmasının yanında merak unsurunu öyle yerinde kullanmş ki okurkenki o heyecanı uzun zamandır hiçbir kitapta yaşamadığımı fark ettim.
Tabii ilk başlarda çok ilgi çekiciydi, bir süre sonra bazı olaylar o kadar çok uzatılmıştı ki fenalık geçirdiğim anlar oldu. Mesela David'in yüzük serüveni beni çıldırttı. Tam buldu bulacak diyorum hoop öğreniyoruz ki yüzük başka birindeymiş, yine buldu diyoruz ve yine hoop başka birine yöneliyoruz. Uzun zamandır hiçbir kitaba bu kadar sinirlendiğimi hatırlamıyorum. Gollum bile yüzüğün peşinden bu kadar gitmemiştir..
Konusuna gelecek olursak; Ulusal Güvenlik Teşkilatı yani NSA, dijitalleşmenin ilerlemesiyle dünya üzerindeki tüm şifreleri çözebilen bir sistem geliştirir bu da TRANSLTR'dır. Normal şartlarda kısa sürede şifreleri çözebilen bu sistem, bir gün bir şifreyi 15 saat geçmesine rağmen çözememiş. Tabii bu da NSA'nın müdür yardımcısı Strathmore'nin dikkatini çekmiş ve şifrenin çözülmemesinin ardında yatan sebebin ne olduğunu bulmaya çalışırken kripto uzmanı Susan'dan yardım istemek zorunda kalmış.
Ahh Susan ahh..! Keşke sevgilin hayır diyebilen bir insan olsaydı da planınızı bozmak zorunda kalmasaydınız. En azından bu olanlara şahit olmazdın.
Strathmore'den o kadar nefret ettim ki anlatamam. Gerçek hayattaki insanları geçtim sanırım artık kitap karakterlerine bile güvenmeyeceğim çünkü adam beni öyle hayal kırıklığına uğrattı ki Hale hakkında kötü düşündüğüm için utandım.
Bir de bence bu hikayede en çok yanan kişi o güvenlik görevlisiydi sonunun bu şekilde olmasını istemezdim :(
TRANSLTR'ın çözemediği şifrenin ne olduğuna gelecek olursak o da daha önce NSA'da çalışan fakat TRANSLTR'ın varlığının insan hakları ihlali olduğunu düşünen Ensei Tankado'nun kurmuş olduğu Dijital Kale'ydi.
Tankado Dijital Kale'yi internet üzerinden satışa çıkarmıştı ve ona sahip olan kişi de TRANSLTR tarafından çözülemediği için her türlü terör faaliyetlerini gerçekleştirebilecekti. Bu yüzden Dijital Kale NSA için önemliydi. Tabii NSA için demeyelim Strathmore için daha önemliydi çünkü Dijital Kale'ye açık kapı ekleyip kendi fikriymiş gibi kullanacaktı ve her türlü bilgiye rahatça erişeceklerdi. Bu yüzden de TRANSLTR'da bir sıkıntı olduğunu herkesten saklamış, herkesi salak yerine koymuş ve en önemlisi en büyük darbeyi vurup TRANSLTR'ı virüslere açık hale getirmiş.
Tankado'nun asıl amacı TRANSLTR'ı halktan saklayan bu insanların itiraf etmesiydi fakat hiç beklenmedik bir şey oldu; bunun olacağını Tankado bile düşünmemişti, geçiş anahtarını vermeden ölmek sanırım en son aklına gelecek şeydi.
Neysee kitapta bu konu üzerinden birbiriyle bağlantılı birçok durum görüyoruz. Bazı durumlar bana biraz saçma gelmişti mesela o seri katilin peşinden onu izleyen ajanların her anı kameraya alması, daha sonra Tankado öldürülürken film gibi izleyip şifreyi çözmeye çalışmaları falan bana çok absürt geldi. Hayır yani madem ajanlar o katili izliyor neden başkana haber vermiyorlar? Zaten o başkan gördüğüm en gereksiz insanlardan biriydi bence. Yani koca NSA'yı yönetiyorsun ama hiçbir şeyden haberin yok. Nasıl yaa?
Kitapta değinilen Hiroşima ve Nagazaki olayı, aralarındaki farka değinilmesi hoş detaylardan biriydi.
Bu Dan Brown'un ilk kitabıymış ve benim de okuduğum ilk eseri. Bence bundan sonra da devamı gelecek, kalemini sevdim tavsiye ederim.
Spoiler içeriyor
Bu film hakkında çok güzel ve çok farklı yorumlar okudum hatta bazı gönderilerde cidden bundan mı bahsediliyordu aşırı mantıklı dediğim bile oldu. Bu yüzden üstüne ne eklenir bilmiyorum. Güzel bir filmdi bazı kısımlar komikti ama genel olarak gerildiğimi hatırlıyorum. Küçükken…devamıBu film hakkında çok güzel ve çok farklı yorumlar okudum hatta bazı gönderilerde cidden bundan mı bahsediliyordu aşırı mantıklı dediğim bile oldu. Bu yüzden üstüne ne eklenir bilmiyorum.
Güzel bir filmdi bazı kısımlar komikti ama genel olarak gerildiğimi hatırlıyorum. Küçükken izlemiş olsaydım geceleri ağlayarak uyanırdım bence. Buna rağmen küçük yeğenime izlettim.
Hala gibi halayım :)
Filmin konusu: Küçük bir kızın ailesi tarafından ihmal edilmesinin üzerine bir kapıdan geçerek hayal ettiği dünyaya geçişini anlatıyor. Burada ailesi tam da onun istediği gibi bir aile yani onunla ilgilenen, seven, sayan bir aile fakat her güzelliğin ardında bir zorluk var. Eğer bu aileyle kalmak istiyorsa gözlerini tıpkı onlar gibi feda edecek ve düğmeler dikecek.
Bu kısımda sanki benim gözlerimi istiyorlarmış gibi hissettim çok kötüydü yani düğme fobisinin sebebini bir nebze anlamaya başladım.
Filmin devamında da Karoline'nin seçimlerini izliyoruz.
Tekniğin adını unuttum ama görsel olarak çok rahatlatıcı bir filmdi, sevdim. Karakterlerden de boynu bükük çocuk çok komikti ama nedense Karoline ve kedi dışındaki tüm karakterler aşırı rahatsız ediciydi. Gerçi düşündüm de onlar da rahatsız ediciydi teknikten mi kaynaklanıyordu acaba?
Filmi küçük çocuklardan ziyade yetişkinlerin izlemesi gerektiğini düşünüyorum tabii küçükler de çok sevebiliyor ve düşündüğüm gibi korkutucu gelmiyormuş ama animasyon seven ebeveynlerin ekstra izlemesi gerektiğini düşünüyorum çünkü burada çocuğuna yeterli ilgiyi vermediğinde çocuğun hayal dünyasına kapandığı çok güzel bir şekilde anlatılmış.
Bazı ebeveynlere bunu üstüne basa basa anlatmak gerekiyor maalesef.
Spoiler içeriyor
Kitap üç hikayeden oluşuyor ve her hikaye üç kişilik bir ailenin her bir bireyinin bakış açısıyla yazılmış. Ben kitabı bitirdiğimde herkesin kendi çapında haklı olduğunu düşünmüştüm tabii Hüseyin biraz daha geri plandaydı ama onun da haklı olduğu yanlar vardı. İlk…devamıKitap üç hikayeden oluşuyor ve her hikaye üç kişilik bir ailenin her bir bireyinin bakış açısıyla yazılmış. Ben kitabı bitirdiğimde herkesin kendi çapında haklı olduğunu düşünmüştüm tabii Hüseyin biraz daha geri plandaydı ama onun da haklı olduğu yanlar vardı.
İlk hikaye Hüseyin Hüsnü Şen:
Bir bankada şef olan Hüseyin'in müdür olma arzusunu ve bir arabaya sahip olma isteğiyle yanıp tutuşmasını görüyoruz. Hatta her sarhoş olduğunda ayaklarının onu götürdüğü bir otomobil galerisi var, usulca o camdan içeri bakıyor ve sadece arabaları izliyor. Yıllarca çalışmış ama bir araba alacak birikim elde edememişti en çok da buna üzülüyordu. Müdür olamamasındaki en büyük etken yabancı dil bilmemekti bu yüzden de oğlunu dil kurslarına gönderiyor, en azından diplomasını alıp yüksek gelirli bir iş yapmasını istiyordu ama oğlunun aklı bambaşka çalışıyordu.
Hüseyin ailesine karşı yabancılaşmıştı ne eşiyle vakit geçiriyor ne de oğluna iyi bir baba olabiliyordu tek yaptığı şey işten sonra gittiği bar ve oradan sonra da ayaklarının istemsizce götürdüğü galeri oluyordu.
İkinci hikayeyse Arzu'ydu:
Arzu, Hüseyin'in eşi, Özgür'ün de annesi. Evde varlığını kimseye fark ettiremeyen bir kadın. Geleneksel bir anne figürü dersek daha doğru olacak çünkü Arzu gibi olan bir sürü anne var. Genelde evlenip çocuk sahibi olduktan sonra eve kapanan, hayatının büyük bir bölümünü mutfakta geçiren, çalışıyorsa da ya Arzu gibi erken emekliye ayrılan ya da en baştan çalışma hayatını sonlandıran bir sürü kadın.
Neden kadınlara yüklenen sorumluluk erkeklere yükleneneden daha fazla? Neden kadınların özgürlüğünü kısıtlamak hep daha tercih edilebilir bir durum? Arzu'nun hikayesini okurken çok fazla empati yaptım bu yüzden karakter olarak kendimi en yakın hissettiğim o olmuştu.
Kitabı okumaya başlamadan önce bir aşçının hayat hikayesini okuyacağımı düşünmüştüm hatta ilk olarak banka şefi Hüseyin'i görünce şaşırmıştım bence bu bölüm kitabın ismiyle daha uyumluydu.
Arzu evde bir görünmezdi bu yüzden biraz görünmek istedi ve saçlarını boyattığı bir gün Hüseyin'in fark etmemesi bardağı taşıran son damla oldu. Komşusu Gülşen ile birlikte eşyalarını toplayıp Bodrum'a gitti geriye de sadece bir mektup bıraktı.
Planlarına göre orada aşçı olacaktı ve Gülşen ile birlikte bir lokanta işletecekti ve birazpara topladıktan sonra evine dönecekti. Gülşen'in tanıdığı bir adam aracılığıyla bu planlarını gerçekleştirme yoluna girdiler.
Her şey çok güzeldi, evindeyken yaptığı yemeklerle kimse ilgilenmiyorken burada övgüler alıyor ve çok iyi bir aşçı olduğundan bahsediyorlardı.
En beğendiğim hikaye buydu.
Son olarak da evin tek çocuğu ve babasının sürekli okuyup iş güç sahibi olmasını istediği Özgür'ün hikayesi;
Özgür de ticaretle kafayı bozmuş bir çocuk hatta ilkokuldayken bile arkadaşlarıyla birlikte su, konser bileti, şemsiye... o an neye ihtiyaç varsa satardı. Bu yüzden bu yoldan ilerlemeye devam etmiş ve ailesiyle ters düşmüştü. Köşeyi dönemek uğruna başından geçenlerin anlatıldığı bir hikayeydi.
Özgür ile alakalı en komik olan kısım sanırım tanıştığı kızın ailesi kereste işiyle uğraşıyor diye kıza karşı ilgi duymasıydı. Aşkın içine bile ticareti karıştırmıştı bu yüzden de hiç ilgilenmediği müzelere, sergilere, sinemaya gidiyordu çünkü işin ucunda kerestecilik vardı :)
Kitabın sonu nasıl bitti anlayamadım hatta devamı olacak diye düşündüm. Arzu ne yaptı? Hüseyin nerede?
Yani bir son olmasını bekledim ama sanırım orası da biizm hayal gücümüze kalmış. Çok rahat okunan bir kitaptı ve eğlenceliydi de. Mustafa Kutlu'nun adını hep duyuyordum ama ilk defa bir kitabını okudum. Çok aşırı beğenmedim ama okurken keyif aldım.
Spoiler içeriyor
Selam bu filmle ilgili yapılan bütün yorumları okudum kimisi Tony'i haklı bulmuş kimisi de Steve'yi. Açıkcası ben filmi izlerken özellikle bir taraf tutmadım sadece birbirleriyle savaşmaları keyifle izledim. Tabii sevdiğim karakterlerin büyük bir çoğunluğu Tony'nin takımında olduğu için onların kazanmasını…devamıSelam bu filmle ilgili yapılan bütün yorumları okudum kimisi Tony'i haklı bulmuş kimisi de Steve'yi. Açıkcası ben filmi izlerken özellikle bir taraf tutmadım sadece birbirleriyle savaşmaları keyifle izledim. Tabii sevdiğim karakterlerin büyük bir çoğunluğu Tony'nin takımında olduğu için onların kazanmasını biraz fazla istemiş olabilirim ama bir yandan da Kaptan Amerika'ya hak verdim birileri tarafından denetlenmek onlar açısından iyi olmayabilir. Sonuçta dünyayı kurtarıyorlar ve denetlenmek onları kısıtlayabilir.
Filmi izlerken bu şekilde düşünüyordum ama bugün okuduğum kitapta bir söz hoşuma gitti ve bu duruma uyduğunu düşünüyorum. "Quis custodiet ipsos custodet?" yani "Bekçilere kim bekçilik edecek?" Evet, herkes dünyayı kurtarmak istiyor ama onların da birileri tarafından denetlenmesi gerekiyor bu ister devlet olsun ister başka bir şey olsun.
Bu yüzden bu konuda Tony'e hak veriyorum ki zaten normal şartlarda o da denetlenmeyi kabul edecek biri değil sadece duygusal olarak verilen bir karar olduğunu düşünüyorum. Bu bile birinin onları denetlemesi gerektiğini gösteriyor.
Neysee
Diğer konuya gelecek olursak; Steve yaa...
Tony'nin anne ve babasının nasıl öldürüldüğünü biliyordun ve bu konu hakkında ona hiçbir şey söylemedin mi gerçekten?
Bu konuda haksız olduğunu düşünüyorum Tony'nin de dediği gibi her ne kadar Bucky onun arkadaşı olsa da Tony'de onun arkadaşıydı. Aslında Kaptan Amerika'nın yapacağı türden bir hata değil bu normal şartlarda Tony'e bu durumu açıklar ve başka birinden öğrenmemesi için gerekeni yapardı. Tabii onun da duygusal yanı ağır basmış.
Bu arada Bucky'e sadece sinir oldum. O demir eli alıp parçalarına ayırana kadar dövmek istedim. Yaa Kaptan her şeye rağmen sana adım atıyor sen yine bir zorluk çıkarıyorsun. Hadi onu geçtim beynini yıkamışlar falan dedik sineye çektik. Neden Tony'e anne va babasını öldürdüğü anı hatırladığını söylüyorsun? Neden yanii? Hatırlamıyorum desen zaten onun da elinden bir şey gelmeyecek geri çekilecek ayy bu kısım beni aşırı germişti yazarken de gerildim.
Neyse aklıma Peter Parker geldi. Yaaa çok minnoş bir karakter oturup sabaha kadar onu ve şapşal hallerini izleyebilirim çok tatlıydı solo filmini izlememe sadece iki film kalmış aşırı heyecanlıyım ama bir süre marvel izlememeye karar verdim o yüzden Allah bilir kaç ay sonra "Ayy Peter çok tatlıymış" yazdığım bir gönderi atacağım.
Kahramanların bu şekilde birleştiği yapımları daha çok seviyorum bir an Avengers'i izliyorum sandım. Genel olarak güzel ve atmosferini sevdiğim bir film oldu ve sanırım Kaptan Amerika serisi bitti. En beğendiklerim sırasıyla 3 - 2 - 1 oldu diyebilirim. Hatta ilk film o kadar kötüydü ki gözümün önüne Steve'nin dans ettiği sahneler geldi tansiyonum düştü 🤦🏻♀️
Spoiler içeriyor
İlk filmi yeğenlerle toplanık izlemiştik. Yoğun istek üzerine ikincisini de izlemeye karar verdik. Bu sefer Groot'a benzeyen yeğenim de bizimleydi ve Groot'un olmadığı her sahnede "Hani nerdeyim ben?, Ben burada da yokum." deyip durdu. Bebek Groot ne kadar tatlıysa Eymen…devamıİlk filmi yeğenlerle toplanık izlemiştik. Yoğun istek üzerine ikincisini de izlemeye karar verdik. Bu sefer Groot'a benzeyen yeğenim de bizimleydi ve Groot'un olmadığı her sahnede "Hani nerdeyim ben?, Ben burada da yokum." deyip durdu. Bebek Groot ne kadar tatlıysa Eymen de en az onun kadar tatlıydı bence. Bir de tüm gün "Adım Groot, adım Groot... " demese iyiydi artık sorularıma cevap alamıyorum sadece adım Groot diyor sanırım işini biraz fazla ciddiye aldı.
Filme gelecek olursak; ilk filmde daha çok sıkıldığımı hatırlıyorum çünkü o ekip olma süreci, aralarındaki ilişki çok samimi gelmemişti ama bu filmde o bağ oluşmuş gibi hissettim.
Görsel olarak da çok beğendim. O renk cümbüşü ve Yondu'nun son yolculuğu beni çok duygulandırdı. Yaa ben Yondu'ya üzülecek insan değidim son sahnelerde öyle bir duygulandım ki ağlamamak için zor durdum.
Ego karakteri de bizi gereksiz ümitlendirdi yaa ne güzel Star Lord'un babası ortaya çıktı diye sevinmiştim. Adının hakkını verdi gerçekten.
Bu arada Ego'nun o değişik mavimsi enerjisi dünyada yayılmaya devam ettiğinde gözüm dünyadaki süper kahramanları aradı. Yani sonuçta onlar da dünyadan sorumlu en azından o sıvının ne olduğunu araştırsalar yaa. (Uzun süredir sadece ve sadece Marvel izlediğim için her yerden onlar çıkacak diye bekliyorum sanırım biraz ara vermem gerekecek ama bırakamıyorum.)
Neysee
Drax'a bu bölümde hem çok güldüm hem de aşırı sinir oldum özellikle de Mantis'e her iğrenç deyişinde "Yaa yaa sen önce kendi tipine bak!" diyesim geliyordu. Önceki bölümde ona çok üzülmüştüm ama artık sevmiyorum.
Mantis çok minnoştu ve Groot ondan da minnoştu. Onu kucağıma alıp sarılmak istiyorum bu normal mi?
Her adım Groot dediğinde Rocket'in ne dediğini anlayıp çevirmesi çok tatlıydı.
Biri de Rocket'in türünü doğru söylesin yaa. Tavşan oldu, fare oldu, tilki oldu... Bi rakun olamadı garibim.
Gamora'yı nedense çok beğeniyorum. Asla sevmediğim o yeşil renk onda o kadar güzel duruyor ki bayılıyorum ona. Nebula ile aralarının düzelmesi, son kısımda sarılmaları o kadar çok hoşuma gitti ki çünkü Nebula'ya da çok üzüldüm; babası yüzünden çok acı çekmişti ve tüm olanların sorumlusunun Gamora olduğunu düşünüyordu. En azından bu konuya açıklık getirdiler de her an bir yerden Nebula çıkacak diye düşünmeyeceğiz artık.
Son olarak Peter Quill. Bu bölümde hayat hikayesini daha çok görüyoruz ve yer yer ona çok üzülüyoruz. En azından ben çok üzüldüm. Tam babasına kavuştu derken babasını kaybetti, her iki anlamda da. Yondu yaa :(
Filmin en sevdiğim kısmı; sahneler ve karakterlerle bütünleşen müzikti. Müziklerini çok beğendim. Bir de filmin komik olmasını sevdim. Yer yer yapılan espriler, herhangi bir karakterin bir olaya tepkisi bile güldürmüştü.
Genel olarak beğenidiğimiz bir filmdi tavsiye ederim.
Spoiler içeriyor
"Halkodası'nın yapısını ver, kitaplık yapayım! Beyim diyor, bizim yolumuz, köprümüz, çeşmemiz yok; kitaplığı ne yapacağız? Anlatıyorum ona: Eğer kitaplığınız olursa yolunuz, çeşmeniz, köprünüz de olur! Anlatıyorum uzun uzun. Muhtar İsmail Ağa, 'Gerekmez Mustafa Bey, kalsın!' diyor." Genel olarak sorunumuzu çok…devamı"Halkodası'nın yapısını ver, kitaplık yapayım! Beyim diyor, bizim yolumuz, köprümüz, çeşmemiz yok; kitaplığı ne yapacağız? Anlatıyorum ona: Eğer kitaplığınız olursa yolunuz, çeşmeniz, köprünüz de olur! Anlatıyorum uzun uzun. Muhtar İsmail Ağa, 'Gerekmez Mustafa Bey, kalsın!' diyor."
Genel olarak sorunumuzu çok iyi anlatan bir alıntı olduğunu düşünüyorum. Eğer okursak her şeyi yapabiliriz ama okumayı sevmiyoruz. Daha doğrusu başka şeyler okumanın önüne geçiyor ve biz de yokluğunu hissetmiyoruz. Bunun acısı da çıkıyor maalesef.
Açıkcası ben çok okuyan bir insan değilim hatta çok kitap okumuş, her şey hakkında bilgisi olan insanlara hayranlık duyarım ama ben öyle olamıyorum. Bazen bir kitabı iki üç günde bitirir bazen de aylarca elimde süründürürüm yeri gelir hiç kitap okumam. Ölmeden önce okunması gereken kitapların çoğunu okumamış bile olabilirim ama bir gün okurum umuduyla yaşıyorum bu yüzen de okuyacaklarım listemdeki kitap sayısı her geçen gün artıyor.
Neysee..
Kitapta da Mustafa Güzelgöz anlatılıyor. Adını duyanlar vardır muhtemelen çünkü Nevşehir'in Ürgüp ilçesinde önemli faaliyetler gerçekleştirmiş ve en önemlisi adını Amerika'da bile duyurup insanlığa hizmet ödülünü almış bir insan.
Peki yabancıların bile gelip ödüllendirdiği bu insana biz niye gerektiği değeri vermiyoruz?
Sanırım en büyük sorunumuz bu. Gereken insanlara gerektiği değeri vermiyoruz bu yüzden de kimse kılını bile kıpırdatmak istemiyor.
Neyse kitaba gelecek olursak; yıllar önce Yunanistan'a göç etmek zorunda bırakılan akrabalarından duyduklarıyla Ürgüp'e gelmeye karar veren Dimitrios, burada da 'Baba' lakabıyla tanınan Aziz ile tanışır. Daha sonra Aziz'in babası Mustafa Güzelgöz'den hayat hikayesini dinler.
Mustafa Bey, bir kütüphane kurmak istiyor fakat insanlar onun bu isteğine çok olumlu bakmıyordu çünkü kitap okumayı çok gerekli görmüyorlar hatta zamanında Halkevleri'ni, Halkodaları'nı ve Köy Ensitüleri'ni kapatmışlar çünkü halkın okumasını, düşünmesini istemiyorlar. Fakat Mustafa Bey durmamış, çabalamış ve insanların, en önemlisi de kadınların, kitap okuması için her şeyi yapmış.
Eşekle teker teker gezerek önce köyüne sonra da çevre köylere kitap dağıtmış birkaç hafta sonra tekrar kitapları alıp yerine başka kitaplar vermiş ve bunun için gerçekten çok uğraşmış.
Önünde hep engeller vardı fakat bir süre sonra aşamayacağı engellerle karşılaşmış. Zaten duygusal olarak zayıf olan Mustafa Bey, çevresinden de gerekli desteği alamayınca emekli olamaya mecbur bırakılmış. Ben özellikle ağladım dediği kısımlarda o kadar çok üzülmüştüm ki kendimi onun yerine koyunca gerçekten yapamayacağım bir şey olduğunu fark etmiştim.
Ama bir konuya değinmeden edemeyeceğim: Evet halk kitap okumaya başlamıştı fakat bunu bir görev haline getirmiş gibi davranıyorlardı. Yani hep biri onları yönlendirecek ve onlar da sadece yapacaktı. En basiti kooperaifleri kurduktan sonra hep başa Mustafa Bey'i geçirmek istemişler çünkü "en iyi o biliyor biz ondan daha iyi başa çıkamayız." demişler. Yani hep hazıra konmaya çalışmışlar.
Genel olarak böyleyiz zaten, hepimiz böyleyiz.
Dimitrios Mustafa Güzelgöz'den duyduklarını Yunanistan'a döndüğünde insanlara anlatmış, Refik Başaran'dan bahsetmiş, onun şarkılarını düzenlemiş, Ürgüp'ün davetiye birkaç kişiyle birlikte tekrar ziyarete gelmiş gitmiş derken yaşadığı Larissa kentini Ürgüp ile kardeş şehir ilan etmişler.
Genel olarak beğendiğim ve gerçek hayat hikayesi olduğunu öğrendikten sonra daha çok beğendiğim bir kitap oldu. Normal şartlarda kitap okurken hep daha çok kitap tüketme isteğim oluyor ama daha önce hiç birilerini de kitap okumaya teşvik etme isteğiyle yanıp tutuşmamıştım çok hoşuma gitti bu durum o yüzden eşekli kütüphanem olmasa da ilk iş olarak yeğenlerime kitaplarımdan bazılarını vermeye başladım. Her ne kadar isteksiz olsalar da umarım bir gün onlar da kitap okumayı sever.
Bu arada kitap boyunca Ürgüp o kadar güzel ve samimi anlatılmış ki gidip görmeyi çok istedim. Bir gün gidilecekler listesine eklendi.
Spoiler içeriyor
Çok tatlı bir animasyondu. Bu aralar bağırıp çağırmayan ve yeğenlerimin en sevdiği hala olma yolunda ilerlediğim için onlarla biraz vakit geçirmek istedim. Bu arada onlarla film izlemek o kadar zor ki yani izleme süreci değil ama film bulma sürecinde daha…devamıÇok tatlı bir animasyondu. Bu aralar bağırıp çağırmayan ve yeğenlerimin en sevdiği hala olma yolunda ilerlediğim için onlarla biraz vakit geçirmek istedim. Bu arada onlarla film izlemek o kadar zor ki yani izleme süreci değil ama film bulma sürecinde daha önce hiç bu kadar zorlanmamıştım. Küçük yeğenim "Örümcek Adam aç Örümcek Adam izleyelim" diye diretirken, ki bu filmi en az on defa izlemiş, büyük yeğenimin de izlemediği animasyon kalmamıştı. Hangisini izleyelim diye sorsam "Ee ben bunu da izledim" diyordu. Sonunda izlemediği bir animasyon bulduk çok şükür.
Horton Kimi Duyuyor daha çok küçüklere hitap eden ve özellikle de mesaj verme kaygısı olmayan tatlı bir filmdi. Hani bazı animasyonlarda özellikle uzun uzun kamu spotu niteliğinde cümleler kuruluyor yaa bunda öyle bir durum yoktu böyle olmasını daha çok sevdim.
Bir sürü hayvanın beraber yaşadığı bir ormanda bir gün Horton adındaki filin kulağına bir ses geliyor ama sesin nereden geldiğini anlayamıyor. Daha doğrusu göremiyordu çünkü ses küçücük bir beneketen geliyordu.
Bu beneğin içinde Kimlerşehri adında bir yer var ve bu yerde de Kimler yaşıyordu. Horton her ne kadar bu insanları göremese de onlara yarım etmek istiyordu çünkü ona göre büyük küçük farketmeksizin canlı canlıydı ve orman gibi hareketli bir ortamda o benek yaşayamazdı.
O sırada da Kimlerşehri'nde bir tuhaflık olduğunu sezen belediye başkanı bir şekilde Horton ile iletişime geçmiş ve dünyanın sonu gelmesin diye halkını harekete geçirmeye çalışmıştı fakat halk ona inanmamayı tercih etmişti. Bu arada belediye başkanının 96 kızı ve bir oğlu vardı kendisinden sonra oğlu başa geçecekti fakat oğlu hiç konuşmuyor ve babasının yerine geçmek istemiyordu onun bambaşka hayalleri vardı.
Bu kısımda Jojo'ya daha çok değinilsin isterdim yaa biraz yüzeysel anlatılmış bir karakterdi bence ama son sahnede çok iyiydi.
Genel olarak beğendiğm bir animasyon oldu ileride öğrencilerimle de izleyeceğim deyip manifestleme işini de yapalım bakalım. Bu arada düşünmeden emedim acaba uzayda canlılar yaşıyor da sesimizi duymadıkları için mi bizimle iletişim kuramıyorlar?