Başlamadan önce, yüksek müsaadenizle, Ya who the fuck is Erol Egemen ya?
Kazanmak ya da kaybetmek. Hayatın en temel 2 dinamiği. Peki bu hayatta kaybetmek mi gerekir kazanmak mı? Aslında bütün mevzu bu. Ama bu soru kulağa saçma geliyor. Bir…devamıBaşlamadan önce, yüksek müsaadenizle, Ya who the fuck is Erol Egemen ya?
Kazanmak ya da kaybetmek. Hayatın en temel 2 dinamiği. Peki bu hayatta kaybetmek mi gerekir kazanmak mı? Aslında bütün mevzu bu. Ama bu soru kulağa saçma geliyor. Bir insan neden hayatta kaybetmek istesin ki, değil mi? Sonuçta herkes güzel arabalar, güzel evler veya çekici bir eş ister. Herkes mutlu olmak ister.
Peki herkes mutlu olmak istiyorsa neden arabesk kültürü (özellikle ülkemizde) bu kadar yaygın? Kalbi aşk veya bizzat hayat tarafından kırılan birçok genç Müslüm'ün gür sesiyle kendilerini jiletleyip alkol ve sigara kullanmaya başlıyor. Kendilerine değer vermeyen kadınları arkalarında bırakıp yeni mutlu ilişkiler kurmak varken, Müslüm'ün şarkıylarıyla bu kadınlara adeta tapıyor ve bunu 'delikanlı gibi sevmek' olarak adlandırıyorlar. Kısaca söylemek gerekirse 'kaybediyorlar' ve bunu belirtmekten müthiş bir haz duyuyorlar. Onlara bu kendini acındırma kültürünü aşılayan ve beyinlerini yıkayan şarkıcılara ise Azer Baba, Müslüm Baba, Paşa gibi saygı unvanları atfediyorlar. Bir insan neden göz göre göre mutsuzluğu kabullenir ve bununla övünür ki?
Bu arada, Newyork için iftar vakti.
Çünkü kendimizi acındırarak sorumluluk almaktan kaçıyoruz aslında. Çektiğimiz acıların çok büyük oranda tercihlerimize bağlı olduğunu kabullenmiyoruz da sanki o acıları çekmek zorundaymışız gibi kandırıyoruz kendimizi. Neden rahatsız olduğun durumu değiştirmeye çaba sarf edesin ki? Kinyas ve Kayra yazımda da değinmiştim: Bir nevi hayatın tecavüzüne uğradığımızı düşünmekten sapkın bir zevk alıyoruz çünkü acılarımızın sorumluluğunu üstümüzden atmamızı sağlıyor!
Buraya kadar yazdıklarım size filmi beğenmediğimi zannettirmiş olabilir. Ama aksine filme bayıldım. Öncelikle film hem çok cesur hem de dürüst. Onlarca sex, küfür ve içki şişesi barındıran sahneler çekmek ve din hakkında rahat rahat konuşmak cesaret ister. Üstelik radyo programını dinleyenlerin çoğunun programı anlamamasına rağmen sevmesi; Kaan ve Mete'ye özenen gençlerin başarısız flört girişimlerinin kadınlar tarafından terslenmesi gibi özeleştiri içeren sahneler de var.
Hepimizin zaman zaman hissettiği o içsel boşluk, hayatın anlamsız hissettirmesi çok güzel yansıtılıyor. Hatta yansıtılmaktan da öte felsefesi ilmek ilmek işleniyor. Ama yine de kaybetmek kavramı hakkında büyük bir yanlış anlaşılma var: Mesela kaybetmek felsefesinin temsilcisi olan başrollerimiz (Kaan ve Mete) ile bu felsefeyi benimseyenler arasında dağlar kadar fark var. Kaybetmeyi felsefe hâline getirenlerin çoğu bir şeyler için çabalamak istemediği için bunu yaparken, Kaan tam tersine elde edilmesi zor olan her şeyi elde edip sonra bunları elinin tersiyle kenara itiyor. Bir yayınevi olan, motor süren ve kadınlarla arası gereğinden fazla iyi olan bir adam, ne kadar kaybedebilir ki?
Ha bir de, köfte yemeye gidelim mi?
Öte yandan mesela Murat karakteri. istisnasız bütün hayatını televizyon karşısında geçiren (tıpkı Kinyas ve Kayra'daki Alp gibi) bir karakter. Adam o kadar önemsiz ki ben bile ismini hatırlayamayıp google'dan baktım. Filmin hitap ettiği kesim de bu gibi insanlar aslında.
Bir şeyi elde edemeyen onu kaybedemez ve bu hayatta gerçekten en az birkaç kere kaybetmek hissini tatmak lazım. Kaybetmek içinse önce kazanmak, yani önemli birisi olmak gerek. Uykusuz gecelerin, yapılan fedâkarlıkların, dökülen terlerin ve acıların yalnızca bir durumda değeri vardır: Kazandığın zaman.
Son olarak ne kadar istemesem de yazmak zorunda olduğum son bir cümle kaldı: Merhaba sayın okur. Sizinle hiç yatmış mıydık?