Tam bir klasik. Jim Carrey'in seslendirdiği ve adeta hayat verdiği Ebenezer Scrooge; huysuz, taş kalpli ve ruhsuz yaşlı bir adamdır. Sokakta gördüğüne selam vermez, dükkânındaki lambayı gereksiz açmaz, herkese karşı kabadır. Hatta filmin başladığı yılbaşı gecesi herkes heyecanlı ve yeni…devamıTam bir klasik. Jim Carrey'in seslendirdiği ve adeta hayat verdiği Ebenezer Scrooge; huysuz, taş kalpli ve ruhsuz yaşlı bir adamdır. Sokakta gördüğüne selam vermez, dükkânındaki lambayı gereksiz açmaz, herkese karşı kabadır. Hatta filmin başladığı yılbaşı gecesi herkes heyecanlı ve yeni yılın getireceği mutlulukların hayaliyle eğlenirken Scrooge hepsinin heveslerini kursaklarında bırakmaya çalışır. Resmen Allah'ın belası pislik bir heriftir bu Scrooge! Zaten scrooge'un kelime anlamı da cimri demektir ya.
Tabii ki böyle rezil bir adamın yılbaşı gecesi de rezil geçecektir! Scrooge, yalnız başına gittiği büyük, soğuk ve ürkütücü evinde hayaletler görmeye başlar. Odasına çıktığında Scrooge'u ölümüne korkutan ve duvarın içinden çıkan hayalet, zincirler içinde ve aynı kendisi gibi yaşlıdır. Hayalet, Scrooge'a "ölmeden önce aynı onun gibi huysuz bi herif olduğunu" anlatır. Buraya, ona her şeyi düzeltmek için son bir şans vermeye geldiğini söyler. Peki Scrooge bu şansı değerlendirebilecek midir yoksa ihtiyar bir bunak olmaya devam mı edecektir?
Aslında bana kalırsa filmin tüm olayı "güler yüzlü olmayan insanların hayatlarında neler kaçırdığı ve huysuz insanların mal olduğu" mesajı. Eh, bu durumda bu filmi sevmek ve oturup da hakkında gece 02.00'da yazı yazmak için şu üç gruptan birine dâhil olmalısınız: Animasyon izlemeyi sevenler, gerçekten huysuz olup da filmden aldığı mesaj ile hayatı değişenler, 2009'da çıkmış bu yapımla nostaljik bağ kuranlar. Aslında ben üçüncü gruba dâhilim.
Liseye başladığımız yıl hazırlık sınıfındayken Feride Hoca'mız önce bu kitabın çocuk versiyonunu ingilizce okutmuş sonra bir sonbahar günü bu filmi altyazısız izletmişti bize. Liseli ergenler olarak o esnada ilgimizi çeken tek şey sınıfı güldürmek için filmle ilgili salakça şakalar yapmak ve Charles Dickens'ın soyadıyla dalga geçmekti.
Şimdiyse o günlerin üstünden nerdeyse 4 yıl geçti. İyi kötü fark etmeksizin yaşanan hatıraların hissettirdiği sıcaklık baş döndürücü düzeyde. Aslında buraya çok şey yazıp sildim ama gereksiz konuşmamak iyidir sanırım. Özellikle de kafanız karışıkken. Her neyse.
Eğer siz de Scrooge gibi geçmişin hayaletleri tarafından avlanmak istemiyorsanız şimdiye odaklanın ve geleceğinizi inşa edin. Sizi rahatsız eden her durumu ortadan kaldırın. Kendinizi geliştirin ve hayattan zevk alan bir insan olun. Çünkü çektiğiniz acının bir karşılığı olmuyor ve olmasını beklemek de saçma zaten. Son olarak yaşarken hep yapmadıklarımız için pişman oluyoruz. Yaptıklarımızın pişmanlıkları çabuk geçse de yapamadıklarımız hep boğazımızda yumru olarak kalıyor. Bu yüzden kaybetmekten korkmayın, yaşama şansınızın elinizden alındığı gün hiç yaşayamamış olmaktan korkun!
Birkaç saat önce ‘’Nejat İşler oynuyormuş izlenir herhâlde ya’’ diyerek açmıştım bu filmi ama şimdi ise tarifsiz duygular içerisindeyim. Hayatımda ilk kez bir film beni böyle çarptı. Normalde filmlerde gördüğüm travmatik olaylardan etkilenmem çünkü gerçek olmadıklarını bilirim lakin bu filmin…devamıBirkaç saat önce ‘’Nejat İşler oynuyormuş izlenir herhâlde ya’’ diyerek açmıştım bu filmi ama şimdi ise tarifsiz duygular içerisindeyim. Hayatımda ilk kez bir film beni böyle çarptı. Normalde filmlerde gördüğüm travmatik olaylardan etkilenmem çünkü gerçek olmadıklarını bilirim lakin bu filmin gerçekte yaşanmış bir olaydan esinlenilmiş olması aklımın köşesinden çıkmadı filmi izlerken. Size tavsiyem eğer aşırı hassas bir bünyeniz yoksa (ki bence varsa da) yazdığım hiçbir şeyi okumadan direkt gidin ve filmi izleyin. Bu travmaya ilk elden maruz kalın. Ama ‘’Yok!’’ diyorsanız, bu travmayı ilk benden dinlemek istiyorsanız size seve seve; uzun uzun anlatırım.
Hikâyemiz sevgililerden oluşan kızlı erkekli bir grup gençle başlıyor. Çiftlerden oluşan ve tıpkı sitcom dizilerindeki gibi herkesin birbiriyle çok yakın olduğu bir arkadaş grubu. Bu arkadaş grubundan iki çiftin yakın zamanda evleneceğini üstelik bu çiftlerden birinin yakın zamanda bir çocuk sahibi olacağı haberini öğreniriz! Bütün bu gelişmeleri barda içerek kutlayan gençlerimiz bir de tatil planı yapmışlardır. Bu tatilde nasıl eğleneceklerini birbirlerine kahkahalar eşliğinde anlatırlarken zamanın nasıl geçtiğini fark etmezler ve mekânda sadece kendileriyle barın sahibinin kaldığını fark ederler. Ama sorun yoktur çünkü gençler eğlenmeyi sevdiğinden bu bara sık sık gelmektedir ve mekân sahibini tanımaktadırlar! Mekân sahibinin bir kıyağı olarak ısmarlanmış son içkilerini içerlerken mekâna bir grup tekinsiz adam girer.
İşte o saniyede gecenin farklı bir boyutuna geçer zaman ve mekân. Hepsi de ‘’eşkâl tipler’’ olan yeni grup tarafından açıkça süzülen kadınlar önlerine dönerken erkekler korumacı ilkel dürtüleriyle baş başa kalırlar. Aslında kişilerin ne kadar entelektüel veya iyi bir insan olduğunun bir önemi yoktur. Çünkü ortamın medeniyet seviyesi o an ortama giren yabancının medeniyet seviyesine bağlıdır. Kısacası bara giren beş serserinin akabinde kahkahalar bıçak gibi kesilir ve ortamdaki ilkelliğin getirdiği gerilimden çekinen gençler kalkmayı teklif ederler birbirlerine. İşte tam o anda gecenin kaderini belirleyen söz, TGG denilen herifin dudaklarından dökülür: ‘’Bırak, iki tane lavuk yüzünden niye keyfimizi kaçırıyoruz?’’
Bu söz üzerine grup barda kalır ve bar sahibine laf atılmasının akabinde çıkan kavgada serserilerden biri silah çıkartır ve herkes rehin alınır. O saatten sonra bardaki insanlar ikiye ayrılır: İşkence ve tecavüz edenler, işkenceye ve tecavüze maruz kalanlar. O barda saatlerce kadınlara defalarca tecavüz edilir ve erkeklere defalarca dayak atılır. Hayatlarının travmalarını yaşayan ama olayın şokunu atlatan gençlerin aklına sadece tek bir soru gelir: Neden? ‘’Bunu neden yapıyorsunuz?’’ diye sorulduğu zaman çetenin lideri Selim konuşmaya başlar ve anlarız ki Selim farklıdır.
Çetedeki diğer elemanlar sadece şiddet ve seks açlıklarını doyurmak için oradadırlar. Ama o gece Selim için aslında bir hesaplaşma görülüyordur o barda. Varoşun ve Elitin hesaplaşması! Bugüne kadar hayatın sefasını sürmüş gençlerle zevkin ne demek olduğunu bile bilmeyen düşmüş insanların hesaplaşması… Normal şartlarda o bara giremeyecek, tecavüz ettiği kadınla aynı masaya bile oturamayacak bir konumdadır Selim. Selim’in tek derdi içten içe arzuladığı o üst tabakaya hâkimiyet kurmaktır çünkü o tabaka tarafından reddedilmiştir. Diğerleri cinsel açlığı yüzünden tecavüze başvururken Selim bu işi yaparken aslında hiçbir zaman erişemeyeceği sosyal sınıftan intikam almaktadır. Bu yüzdendir ki diğerleri en başta rasgele kadınlara saldırırken o futbolda kendisine üstünlük kuran adamın karısına saldırmıştır. Aynı zamanda sık sık ‘’Burası bu gece benim!’’ şeklinde tiratlar atarak kısa süreliğine de olsa elit tabakayı temsil eden bara hâkim olarak intikamını almıştır.
Ayriyeten filmin sonunda tüm tecavüzcüler öldürülürken bütün bu kötülüklere içten içe karşı çıkan ama yine de sessiz kalan ‘’Çırak’’ karakteri de kendini öldürmüştür. Bence Serdar Akar burada ‘’kötülüğe sessiz kalan dilsiz şeytandır’’ mesajını iletiyor bizlere. Ama bütün bunlar olup biterken arka planda son bir soru daha sorduruyor bize film: İyilik mi kazanır yoksa kötülük mü? Aslında bunun cevabı çok basit: Kazanmak için gereken şartları yerine getiren, kısaca güçlü olan kazanır. Eğer iyiliğin kazanmasını istiyorsak, en azından kötülükten zarar görmemek istiyorsak kötülerden daha güçlü olmalıyız.
Baki; abartılı kaslı adamların, abartılı hareketlerle birbirlerini vahşice dövmelerini konu alan efsanevi bir anime serisidir. Hatta animeyi kayda değer kılan tek şey bu dövüş sahneleridir dersem mübalağa etmiş olmam sanırım. Kemik kırılmaları, diş dökülmeleri, her darbede yere saçılan kanlar ve…devamıBaki; abartılı kaslı adamların, abartılı hareketlerle birbirlerini vahşice dövmelerini konu alan efsanevi bir anime serisidir. Hatta animeyi kayda değer kılan tek şey bu dövüş sahneleridir dersem mübalağa etmiş olmam sanırım. Kemik kırılmaları, diş dökülmeleri, her darbede yere saçılan kanlar ve iç organ hasarları Baki serisinde karşılaşacağınız olağan sahnelerdendir. Tabii ki ‘’bir dövüş ne kadar vahşiyse o kadar iyidir’’ şeklinde saçma bir düşüncem yok. Aslında Baki’deki dövüş şeylerini harika yapan birkaç şey var ama önce hikâyesinden bahsetmek istiyorum:
Baki Hanma, Japonya’da yaşayan ve 13 yaşında olmasına rağmen daha da güçlenmek uğruna her şeyi yapan bir gençtir. Ring ya da sokak, dövüşçü ya da gangster demeden her fırsatta dişli gördüğü rakiplerle dövüşür. Animenin bölümleri “Her erkek, hayatında en az bir kez Dünya’nın en güçlüsü olmayı hayal eder.” sözüyle başlasa da aslında animede bu motivasyonu taşımayan tek dövüşçü Baki’dir. Çünkü Baki’nin amacı dünyanın en güçlüsü olmak değil hâlihazırda dünyanın en güçlü canlısı olan babası Yujiro Hanma’yı yenmektir. Dünyanın en güçlüsü derken bütün dövüş sporlarında şampiyon olmak gibi bir şey değil. Direkt olarak dünyadaki her insandan, her hayvandan hatta antik canavarlardan kaba kuvvet olarak daha üstün olması. Sırf keyif için elleriyle ayı öldüren, yüzlerce korumayı devirerek Japonya başbakanın odasını basan bir canavar. Baki’nin tek amacı ise bu canavardan birazcık da olsa daha güçlü olmaktır. Biz de izleyici olarak Baki’nin sıfırdan zirveye tırmanma yolculuğunda her an kendini geliştirmeye çalışmasına tanık oluyoruz.
Dedim ya dövüş sahnelerini güzelleştiren birçok etmen var. Bunlardan birisi MMA’da olduğu gibi farklı dövüş sanatlarının karşılaştırılması. Devasa bir güreşçiyi bacak kadar bir kung-fu ustasıyla, vücudunun her yerini silah gibi kullanan bir karateciyle sadece yumruk atmayı bilen bir boksörün dövüşünü izlemek çok keyifli oluyor.
Animenin bir diğer yaptığı iyi şey ise anakarakterlerin yanı sıra yan karakterlerin de hikâyelerinin işlenmesi. Farklı motivasyonlarla aynı ringe çıkan karakterlerin ne uğruna mücadele ettiklerini ve bu uğurda ne kadar fedakârlık yaparak dövüştüklerini bilmek karakterlerle bağ kurmamızı sağlıyor.
ÖZETLE: Baki; eğer abartılı dövüş sahnelerini ve dövüş sanatlarının felsefelerini seviyorsanız, dövüş kavramına bir ilginiz varsa kesinlikle izlemeniz gereken bir anime serisi. Her anının dolu dolu geçtiğini söyleyemem önemli sahneler haricinde hızı 1.5x’e alıp bile izleyebilirsiniz bir şey kaybetmezsiniz.
Yine Hakan Günday, yine delilikle dâhilik arasındaki ince sınır çizgisinin üzerinde ip atlamaca. Ama bu sefer diğer eserlerinden en az iki kat daha delice ve dahice bu çizgi roman. Çünkü en az Günday kadar kafadan kırık olan Emre Orhun'la birlikte…devamıYine Hakan Günday, yine delilikle dâhilik arasındaki ince sınır çizgisinin üzerinde ip atlamaca. Ama bu sefer diğer eserlerinden en az iki kat daha delice ve dahice bu çizgi roman. Çünkü en az Günday kadar kafadan kırık olan Emre Orhun'la birlikte hazırlamışlar bu çizgi romanı.
Orhun, Günday'ın romanlarının kapaklarını da tasarlayan oldukça başarılı bir çizer. Hatta Hakan Günday bir keresinde Kinyas karakterini yazarken Orhun'dan ilham aldığını söylemişti.
Eser, Orhun'un çizdiği ve Fransızca yazdığı Medley (son sayfalarda Medley'e ait orijinal metinler var) adındaki çizgi romanın Hakan Günday tarafından yeniden yazılmasından oluşuyor.
Gözlerini dizindeki kanayan yarayla açan bir karakterle başlıyor roman. nereden geldiğini unutmuş ve dizinin acısından muzdarip. Karakter koluna giren ve acılarını satın almayı teklif eden bir palyaço ile gecenin içine doğru ilerlerken biz de onunla birlikte önünde uzanan hikâyeye sıfırdan tanık oluyoruz.
Tamamen deneysel ve doğaçlama olması için Günday, Orhun'dan metinler olmadan sadece çizimleri kendisine göndermesini istemiş. Hikâyeyi ve konuşmaları, bu çizimlerin kendisi üzerinde uyandırdığı etkiye göre yazmış ki bunu görsellerle tam olarak uyuşmayan metinlerden anlayabiliyoruz okur olarak.
Dolayısıyla istikrarlı bir hikâye ilerleyişi yok ama bu zaten bizzat yazarın tercihi. Hikâyenin istikrarsız ilerleyişi sallanıyor ve okurken sizi de kendisiyle birlikte sarsıyor.
Başlamadan önce, yüksek müsaadenizle, Ya who the fuck is Erol Egemen ya?
Kazanmak ya da kaybetmek. Hayatın en temel 2 dinamiği. Peki bu hayatta kaybetmek mi gerekir kazanmak mı? Aslında bütün mevzu bu. Ama bu soru kulağa saçma geliyor. Bir…devamıBaşlamadan önce, yüksek müsaadenizle, Ya who the fuck is Erol Egemen ya?
Kazanmak ya da kaybetmek. Hayatın en temel 2 dinamiği. Peki bu hayatta kaybetmek mi gerekir kazanmak mı? Aslında bütün mevzu bu. Ama bu soru kulağa saçma geliyor. Bir insan neden hayatta kaybetmek istesin ki, değil mi? Sonuçta herkes güzel arabalar, güzel evler veya çekici bir eş ister. Herkes mutlu olmak ister.
Peki herkes mutlu olmak istiyorsa neden arabesk kültürü (özellikle ülkemizde) bu kadar yaygın? Kalbi aşk veya bizzat hayat tarafından kırılan birçok genç Müslüm'ün gür sesiyle kendilerini jiletleyip alkol ve sigara kullanmaya başlıyor. Kendilerine değer vermeyen kadınları arkalarında bırakıp yeni mutlu ilişkiler kurmak varken, Müslüm'ün şarkıylarıyla bu kadınlara adeta tapıyor ve bunu 'delikanlı gibi sevmek' olarak adlandırıyorlar. Kısaca söylemek gerekirse 'kaybediyorlar' ve bunu belirtmekten müthiş bir haz duyuyorlar. Onlara bu kendini acındırma kültürünü aşılayan ve beyinlerini yıkayan şarkıcılara ise Azer Baba, Müslüm Baba, Paşa gibi saygı unvanları atfediyorlar. Bir insan neden göz göre göre mutsuzluğu kabullenir ve bununla övünür ki?
Bu arada, Newyork için iftar vakti.
Çünkü kendimizi acındırarak sorumluluk almaktan kaçıyoruz aslında. Çektiğimiz acıların çok büyük oranda tercihlerimize bağlı olduğunu kabullenmiyoruz da sanki o acıları çekmek zorundaymışız gibi kandırıyoruz kendimizi. Neden rahatsız olduğun durumu değiştirmeye çaba sarf edesin ki? Kinyas ve Kayra yazımda da değinmiştim: Bir nevi hayatın tecavüzüne uğradığımızı düşünmekten sapkın bir zevk alıyoruz çünkü acılarımızın sorumluluğunu üstümüzden atmamızı sağlıyor!
Buraya kadar yazdıklarım size filmi beğenmediğimi zannettirmiş olabilir. Ama aksine filme bayıldım. Öncelikle film hem çok cesur hem de dürüst. Onlarca sex, küfür ve içki şişesi barındıran sahneler çekmek ve din hakkında rahat rahat konuşmak cesaret ister. Üstelik radyo programını dinleyenlerin çoğunun programı anlamamasına rağmen sevmesi; Kaan ve Mete'ye özenen gençlerin başarısız flört girişimlerinin kadınlar tarafından terslenmesi gibi özeleştiri içeren sahneler de var.
Hepimizin zaman zaman hissettiği o içsel boşluk, hayatın anlamsız hissettirmesi çok güzel yansıtılıyor. Hatta yansıtılmaktan da öte felsefesi ilmek ilmek işleniyor. Ama yine de kaybetmek kavramı hakkında büyük bir yanlış anlaşılma var: Mesela kaybetmek felsefesinin temsilcisi olan başrollerimiz (Kaan ve Mete) ile bu felsefeyi benimseyenler arasında dağlar kadar fark var. Kaybetmeyi felsefe hâline getirenlerin çoğu bir şeyler için çabalamak istemediği için bunu yaparken, Kaan tam tersine elde edilmesi zor olan her şeyi elde edip sonra bunları elinin tersiyle kenara itiyor. Bir yayınevi olan, motor süren ve kadınlarla arası gereğinden fazla iyi olan bir adam, ne kadar kaybedebilir ki?
Ha bir de, köfte yemeye gidelim mi?
Öte yandan mesela Murat karakteri. istisnasız bütün hayatını televizyon karşısında geçiren (tıpkı Kinyas ve Kayra'daki Alp gibi) bir karakter. Adam o kadar önemsiz ki ben bile ismini hatırlayamayıp google'dan baktım. Filmin hitap ettiği kesim de bu gibi insanlar aslında.
Bir şeyi elde edemeyen onu kaybedemez ve bu hayatta gerçekten en az birkaç kere kaybetmek hissini tatmak lazım. Kaybetmek içinse önce kazanmak, yani önemli birisi olmak gerek. Uykusuz gecelerin, yapılan fedâkarlıkların, dökülen terlerin ve acıların yalnızca bir durumda değeri vardır: Kazandığın zaman.
Son olarak ne kadar istemesem de yazmak zorunda olduğum son bir cümle kaldı: Merhaba sayın okur. Sizinle hiç yatmış mıydık?
Şu an saat gece 02.21 ve kitabı fırlatıp yazının başına geçtim. Kitabı bitirince hissettiklerimi unutmamak için. Belki de telefonuma gelen bir mesajla dikkatim dağılır ve sonra uyurum. Gördüğüm bir rüyayla her şeyi unuturum ve yarın başına oturduğum yazı için ayırdığım…devamıŞu an saat gece 02.21 ve kitabı fırlatıp yazının başına geçtim. Kitabı bitirince hissettiklerimi unutmamak için. Belki de telefonuma gelen bir mesajla dikkatim dağılır ve sonra uyurum. Gördüğüm bir rüyayla her şeyi unuturum ve yarın başına oturduğum yazı için ayırdığım boş sayfaya aynı ayardaki boş gözlerle bakarım. Ama şu an için yazmaya devam ediyorum. -06.02.2023 (Birçoğu için yarın hiç olmadı o gece.)
Hakan Günday'ın bütün kitaplarının kapakları siyah tonda olmasına rağmen bu kitap ilginç bir şekilde beyaz-grimsi bir tonda. Bana da gerçekten farklı hissettirdi okurken. Belki soğukkanlılıkla anlattığı konular çocuk gelinler, dini sömüren çeteleşmiş tarikatlar, Doğu'daki terör sempatizanı aşiret ağaları ve sokakta ailesiz büyüyen çocuklar gibi ağır konular oldukları içindir.
Belki de 3 yıl önce Kinyas ve Kayra ile başladığım Günday kitaplarını okuma yolculuğumu Az ile bitirmiş olmamdan kaynaklıdır. Sanki Kinyas ve Kayra bir yolculuk kitabıydı da diğer kitaplar, Kayra'nın o yolculuk esnasında bahsettiği diğer karakterlerdi. Koca bir ömrü, birkaç cümleye sıkıştırılıp anlatılan hayatlar.
Belki de kitabın ana temasının şiddet olmasındandır. Şiddetin her türlüsü var kitapta: Tokatlarla icra edilen fiziksel şiddet, tecrit ve hakaretlerle icra edilen psikolojik şiddet, cinsel haz uyandıran BDSM şiddeti... Bir silahtan çıkan mermilerin getirdiği ölümün yalnızlığının şiddeti. Hatta sadece 10-15 sayfa kaplayan bir kadın öğretmenin düzenli uğradığı cinsel istismarının travmatik şiddeti.
Hakan Günday nasıl bir hayat yaşadı da şiddeti bu kadar yakından tanıdı bilmiyorum ama dehşet verici bir soğukkanlılıkla ve gerçekçilikle çiziyor şiddet tablolarını. Bu tablolar birçok okurun midesini kaldırmış ama ben zaten zihinsel olarak kendimi bu sürece hazırlamıştım. Dünyanın ne bir cehennem ne bir cennet olmadığını biliyordum zaten. Hayat bir orman: içinde cennet ağaçlarının manzarası da var cehennem hayvanlarının vahşeti de. Ama genelde sıradan sıkıcı patikalarla bezeli hayat.
Şahsen benim hayattan en büyük beklentim hep iki ayrı uçta yaşamak. Cehennemin ateşinde yanıp cennetin altından şelalerinde yıkanmak. Sıkıcı patikaları es geçmek. Yaşam bana göre dehşet ve hayranlık uyandıran anların toplamından ibarettir. Sıradan geçen günler, sıkıcı patikalar, nötr duygular denkleme dâhil değildir.
Spoiler içeriyor
Aslında bu kitapla ilgili bir yazı yazmayı sık sık düşündüm ama tüm yazılarımın ortasına geldiğimde kitabı bi kenara bırakıp kendi küçük hayatımı yazmaya başladığımı fark ettim. Her seferinde de bu kitap hakkında ayrı ve benden bağımsız bir yazı yazacağıma söz…devamıAslında bu kitapla ilgili bir yazı yazmayı sık sık düşündüm ama tüm yazılarımın ortasına geldiğimde kitabı bi kenara bırakıp kendi küçük hayatımı yazmaya başladığımı fark ettim. Her seferinde de bu kitap hakkında ayrı ve benden bağımsız bir yazı yazacağıma söz verdim kendime. Ama fark ettim ki kitap ve karakterim o kadar iç içe geçmiş ki birbirlerinden ayıramıyorum ikisini de. Kinyas ve Kayra hakkında yazılmış onlarca yazı var zaten. Aralarından bir tanesi 18 yaşındaki bir gencin zihinsel yolculuğu etrafında şekillense ne olur ki?
Dediğim gibi bu kitabı hayatımdan ayrı anlatmam mümkün değil. Muhtemelen sebebi ise bu kitabı liseye başladığım sene, hayatın en sancılı dönemlerinden biri olarak tarif edilen 'ergenlik dönemimde' okumuş olmam. Şekil almaya fazlasıyla müsait olan karakterim bu kitap etrafında şekillendi.
Düşünce yapım ve hayatı yorumlama şeklim fazlasıyla Hakan Günday'ın kalemine benzedi. Kendimi bir roman karakteri gibi hissedebilmek için başımdan geçen her olay hakkında süslü cümleler kurdum. Hatta bir roman karakterine daha çok benzemek için gözümün önünü göremeyecek kadar alkol içtim. Gözümü bir daha açmayacak gibi öpüştüm. Yalan söyledim, yalanlar dinledim, kaçtım, kovaladım. Daha az afilli hâliyle itlik serserilik yaptım.
Çünkü böyle şeyler yaparsam ben de kinyas ve kayra gibi havalı olabilirim diye düşünüyordum! Onların adam vurması, uyuşturucu satması, sokakta yatmaları, güzel kadınlarla yatmaları ama hepsinden çok hayat hakkında kurdukları cümleler beni etkiliyordu. Kurdukları cümlelerden saf tecrübe akıyordu. Sanki milyonlarca yıldır dünyada seyahat eden rüzgârlar gibi her şeye bizzat tanık olmuş ve her şeye nüfuz etmişti adeta zihinleri. Yine de bunun hükmünü sürmüyor ve tam tersine küçümsüyorlardı dünyayı. Bütün dünyayı içmiş ve ellerinin tersiyle itmişlerdi. Benim gerçek hayatta içine girmekten çekindiğim mahallelerdeki, en belalı adamların ciğerlerini biliyorlardı. En pahalı restoranların menülerini ve entelektüel adamların kitaplıklarını.
Kitabı okurken adeta büyüleniyordum! Ve hayatta en çok istediği şey başka insanları büyülemek olan bir ergen olarak hızla taklit etmeye başladım eseri. Kendi hayatım hakkında afilli cümleler kurdum. Henüz çocukken geçirdiğim 7 ameliyatı, 4 yılda bir değiştirdiğimiz şehirleri ve âşık olduğum kızları. Bütün bunlar hakkında hayattaki en büyük acıları çektiğime ikna ettim kendimi. Çünkü kendimi zalim kaderin bir kurbanı gibi hissetmek istediklerimi yapamadığım için çektiğim acıyı dindiriyordu. Karizmatik bir insanın yerine getirdiği sorumluluklara sahip olmadan karizmatik bir insan gibi hissetmeye çalışıyordum kendimi.
Evet, son 3.5 yılım aşağı yukarı böyle geçti aslında. Benden büyük bir gücün bana çektirdiği zorbaca acılara kahramanca dayandığım bir zihinsel ütopyada. Aslında bunun sebebini de şimdi anlıyorum: Belki çocukluk ameliyatlarımdan belki de yetiştirilme şeklimden dolayı içime yerleşmiş olan devasa aşağılık kompleksi canavarını bu şekilde uyutmaya çalışıyordum. Kendimi içten içe herkesten üstün hissetmek herkesten korktuğum gerçeğini gizliyordu.
Şimdi ise anlıyorum bu kitaptan neden bu kadar etkilendiğimi: Tecrübe! Kitapta saf tecrübe var. Kinyas ve Kayra, hayatlarından memnun olmayan ve memnun oldukları hayatı bulmak için sırasıyla tüm hayatları deneyen iki cesur karakter. Ne serseriler tarafından vurulmaktan, sokakta uyurken hasta olmaktan, uyuşturucu içerken bağımlı olmaktan, adam vururken ceza almaktan, suç işlerken polise yakalanmaktan, şehir değiştirip evsiz kalmaktan kısacası normal bir insanın korktuğu ve korkması gereken her şeyi çekinmeden yapıyorlardı.
Bütün bunları yapabiliyor olmaları ise onlara muazzam bir özgürlük veriyordu. Sıradan bi insan başka bir insanı öldürmüyordu çünkü korkuyordu (ki korkması da gerek). Ama Kinyas bir insanı öldürmüyorsa yalnızca canı istemediği için öldürmüyordur.
Bu kadar özgürken yine de kronik mutsuzluktan kıvranmaları, hayat tarafından tecavüze uğradıklarını düşünmeleri ise mutluluğu aramamalarını sağlıyordu. Dünyanın boktan bir yer olduğunu söylemek, kendine iyi gelecek yeri bulmaktan daha kolaydı tabii ki. Aslında özgürlüklerinin kısıtlandıkları sınır duvarı tam da burası. Kayra bu duvarı aşamayıp duvarın dibine yattı ve gözlerini kapattı. Kinyas ise zihinsel ölümünü gerçekleştirdi ve duvarı kırdı. Kinyas'ı öldürüp Tolga oldu. Aradığı mutluluğu buldu.
Fark ettim ki hayat asla kitapta kurulan uzun cümleler kadar karmaşık değilmiş! Hayat asla 600 sayfalık bir Kinyas ve Kayra romanı değil! Hayat kesinlikle nefes alan herkese tecavüz edilen bir acı şöleni değil! Evet hayatta acı şeyler var ama bundan ibaret değil hayat. Gerçekten istediğin şeylerin peşinden gitme cesaretini gösterdiğin sürece mutlu olmak oldukça basit.
Aslında bu yazıyla birlikte 3.5 yıllık ergenliğime ve içimdeki aşağılık kompleksli canavara veda ettiğimi hissediyorum. Bekarlığa veda partisi gibi! Artık hayat ormanına dalma ve bir birey olma vakti geldi. Roman karakterlerine benzemeye çalışmaktansa kendi romanımı yazma vakti.
Bu post kendini imha edebilir
Arkadaşlar merak ettiğim bir konu var: bir gönderi yazarken hangi kitleye hitap ederek yazıyorsunuz? Ben son yazılarımda eseri hiç bilmeyen birine önce sıfırdan giriş kısmına kadar anlatıp sonra kendi fikrime geliyorum. Sizce bu fazladan kalabalık…devamıBu post kendini imha edebilir
Arkadaşlar merak ettiğim bir konu var: bir gönderi yazarken hangi kitleye hitap ederek yazıyorsunuz? Ben son yazılarımda eseri hiç bilmeyen birine önce sıfırdan giriş kısmına kadar anlatıp sonra kendi fikrime geliyorum. Sizce bu fazladan kalabalık olur mu çünkü yazı da bir hayli uzuyor.