"Her işinizde, sizinle insanların elleri arasına, daima bir çiçek girer; o, ramazandır." İçine sonsuz Ramazanlar sığdıran bu kitapla, Ramazan'ın başında karşılaşmamış olmanın hüznünü yaşıyorum. Ramazan'ın başında karşılaşsaydım kitabı o ilk teravih, ilk sahur, ilk oruç, ilk iftar heyecanı ve sevinciyle…devamı"Her işinizde, sizinle insanların elleri arasına, daima bir çiçek girer; o, ramazandır."
İçine sonsuz Ramazanlar sığdıran bu kitapla, Ramazan'ın başında karşılaşmamış olmanın hüznünü yaşıyorum. Ramazan'ın başında karşılaşsaydım kitabı o ilk teravih, ilk sahur, ilk oruç, ilk iftar heyecanı ve sevinciyle okuyacak; Müslümanlar için seneyi nur gibi aydınlatan bu mübarek ayın kıymetinin daha çok farkına varacak ve daha bilinçli bir Ramazan geçirecektim belki de... Yine de Ramazan'ın sonlarına doğru yazdığı satırları okuyup Sezai Karakoç ile birlikte beraber hüzünlenmek de güzel bir okuma serüveni oldu benim için. İçinde sonsuz Ramazanlar barındıyor dedim, çünkü Sezai Karakoç'un oruç yazılarını hem güncel bir şekilde o dönem okuyan Müslümanların, hem günümüzde okuyan bizim, hem de bu yazıları henüz okumamış ama okuyacak olan tüm Müslümanların geçmiş, şimdi ve gelecek Ramazanlarına, oruçlarına, hislerine ayna tutan bir eser, bu eser.
İnsan yaş aldıkça zamanla bazı şeyler eskisi gibi olmuyor, eskisi gibi heyecan vermiyor veya hevesimiz kaçıyor bazı şeyler için. Ama okurken düşündüm ve fark ettim ki Ramazan için asla "artık eski oruçların tadı yok ya" veya "Ramazan geldi ama gelmese de olurdu / geldi de n'oldu" (hâşâ) minvalinde cümleler kurmuyorum. Daha doğrusu kuramıyorum, öyle hissedemiyorum, hissetmek de istemiyorum (hissedilmesi teklif dahi edilemez kısaca). Çünkü üç aylar bir girsin, Ramazan bir yaklaşsın içim yine kıpır kıpır oluyor, bi' sevinç kaplıyor içimi, eskimeyen bir güzelliği, bir büyüsü var bu güzel ayın. 1960'larda, 30'larında, bilgi birikim olarak beni bilmem kaça katlayacak bir düşünür/yazarla 2023'teki dümdük işsiz olan kör cahil ben, Ramazan'da ortak bir paydada buluşuyoruz, aynı heyecanı paylaşıyoruz, içimizde aynı birlik hissi var ve büyük ihtimalle, 5697 yılında (o zamana dünyanın ve insanlığın hâli ne olur bilinmez tabii) yaşayan bir Müslüman da bizimle aynı şeyleri hissedecek. :') Bütün bu düşüncelerin ve heyecanın getirmiş olduğu bir, "SENİ YENİCEM FANİ DÜNYAAĞ" artistliği de var bu arada. Aah, cânım Ramazan, gelince nasıl da küçültüyorsun derdimizi tasamızı gözümüzde, nasıl da hatırlatıyorsun tevekkülü, nasıl hatırlayıveriyoruz birden, her şeye gücü yeten bir yaratanın olduğunu ve onun rahmetinin ve kudretinin bizi ne güzel kuşattığını... Dertlerimi attım sobaya, güzel mi güzel, soğuk mu soğuk bir kış gecesinde, 10 kiloluk yün Ramazan yorganı altında bir aylık huzurlu bir uykuya (aslında tam aksine bir uyanış, bir diriliş, Sezai Karakoç'un da üstüne basa basa dediği gibi) çekiliyorum... Bunları yazıyorum ama üzüldüğüm, kızdığım, olumsuz duygular hissettiğim günler olmadı mı hiç bu ay? Oldu tabii ki, insanız sonuçta. Ama bu günlerde, diğer zamanlara nazaran daha kolay toparlanıp daha az umutsuzluğa kapıldığımı fark ettim. Ki Sezai Karakoç da bu noktalara çok güzel değinmiş; Kur'an'ın önderliğinde, yapılan diğer ibadetler ışığında üstümüzdeki ölü toprağını atmamıza, atmaya çalışmamıza ve kendi içimizde yeniden doğmamıza vesile olan bir ayda, normalde olduğumuzdan daha ümitvar olabiliyoruz, çok şükür.
Kitapta, bir Müslüman'ı silkeleyecek, oturup kendini sorgulamasını sağlayacak çok güzel tespitler vardı. O zamandan bu zamana bazı şeylerin değişmediğini veya daha kötüye gittiğini görmek üzdü, bazı konularda ülke olarak biraz daha ilerlediğimizi görmek umut verdi. Son bölümde Sezai Karakoç'un Ramazan anılarını ve zorlu yazım serüvenini okumak da çok güzeldi. :') Okuduğum ve etkilenip altını çizdiğim satırları sadece okumakla kalmam, onları içselleştirip kendimi değiştirmek de nasip olur inşallah (bi' aynı kalma veya olumsuz yönde değişme korkusu da mevcut çünkü). Artık son günlerdeyiz, o yüzden okurken en çok etkilendiğim satırlar, veda satırları oldu. Sizinle de bi iki (aslında üç) paragraf paylaşmak isterim:
"Ve gerçek aktüalite oruçtur. Bu halkın aktüalitesi. Bir ilkbahar gibi gelip ruhları donatan ramazan, şimdi güneşlerin doğup batışındaki sırra uyarak yavaş yavaş, kopuyor bizden. Kalıbın alçıdan kopması gibi. Ama gönüllerimizde, kafamızda, içimizde ve yüzümüzde derin izlerini bırakarak...
Bütün mahyalar: 'elveda' diyor."
"Konuğun uğurlanacağı günler de gelir. O kadar alışmışızdır ki, bu gidişe inanmak istemeyiz. Ama saatin vuruşu kesindir. Bir yarış kronometresi gibi son vuruşunu yapar. O zaman dünya garına koşarız. Mahşerî bir kalabalık. Çocuklar en süslü elbiseleriyle oradadır. Trenler, en güçlü bir baca canlılığı içinde tütüyor. Konuşmalar. Sesler ve armağanlar. Kucaklaşmalar. Herkes birbirini ilk görmüşçesine sevinçli. Hepsi konuktan konuşur. Fakat ey komşular konuk nerededir? Konuk, sessiz ve şatafatsız, gitmiştir bile..."
"Madem ki, ayrılış saati çaldı ve buna elde çare yok, öyleyse bütün iş onu unutmamakta. Giderken, bizden, dünyamızdan hangi haberi ve ne götürüyor; geldi ve bize ne bıraktı, bunu düşünmeli, bunun hesabını yapmalı. Ve bir yıl sonra tekrar dönünce bizi nasıl bulacak, bunun şimdiden hazırlığına girişmeli."
Okurken şöyle bir hissiyat içine girdim: bu kitabı her sene Ramazan ayında okuyup, okuya okuya eskitmek istiyorum; benden çocuklarıma, çocuklarımdan torunlarıma kalsın, zamanı büküp altını çizdiğim satırlarda aynı hislerle buluşalım, birbirimizle, bu yaşımdaki hâlimle sohbet edelim istiyorum; kitapta yapılan bazı tespitlerin, bahsedilen bazı durumların onların zamanına geçerliliğini yitirmelerini, ay gibi parıldayan bir İslam medeniyetinde şu anki sefil hâlimize inanamayarak bakmalarını istiyorum; sevdiklerimle beraber, daha bissürü Ramazan yaşamak istiyorum; geçmişte nasipsizliğimden dolayı, geldiğinde güzelce ağırlayarak gönlünü hoş edip hakkıyla doyuramadığım oruçlarımdan özür dilemek istiyorum; yaşadığım müddetçe her Ramazan, bu mübarek ayın gelişini coşkuyla bekleyip geldiğinde sevinmek, giderken hüzünle, bayramdan dolayı da buruk bir neşeyle onu yolculamak istiyorum ve izninizle lafı fazla uzatmadan yorumumu bitiriyor ve Ramazan'ın gidişiyle ilgili hislerimi ağlayarak günlüğüme yazmaya gidiyorum.
Not: İncelemeyi iftara yakın bir zamanda oruçken yazmıştım. Yemeği yiyip doyduktan sonra şöyle bir yeniden bakarken "ulan abartmışım sanki biraz he" düşüncesine düçar oldum. İftar sofrası hayaliyle, yemekleri düşünerek mi bu kadar iştahlı yazdım acaba diye sorguluyorum kendimi şu an... Ama Ramazan'ın son günlerinin hüznü + Sezai Karakoç'un mükemmel* ve etkileyici kalemi + oruç birleşmesiyle az bile yazmışım bence.
2. Not: Açlığı falan düşününce aklıma Shingeki no Kyojin'in akıl almaz Snickers reklamı geldi bu arada, izlemeyenlere tavsiye ederim.
*uyarıyı dikkate alıp "harika" diye düzeltelim