İlk izlediğimden bu yana üstünden hayli zaman geçmesine rağmen özlemini duyduğum eski bir hissi yeniden bulmuş gibi hissediyorum ancak bunun yanında ne yazık ki neredeyse 60 yıl önceki bir filmde günümüz sorunlarından birini yeniden görmekse oldukça üzücü hissettirdi. Filmin bana…devamıİlk izlediğimden bu yana üstünden hayli zaman geçmesine rağmen özlemini duyduğum eski bir hissi yeniden bulmuş gibi hissediyorum ancak bunun yanında ne yazık ki neredeyse 60 yıl önceki bir filmde günümüz sorunlarından birini yeniden görmekse oldukça üzücü hissettirdi.
Filmin bana anımsattığı şey; unuttuğum ya da sırt çevirdiğim her hangi bir şeyi hissetmek, geriye baktığımda ardımda ne kadar da çok şey bıraktığımı farketmek gibi bir duygu; hüzünlü bir melodi ile sevinç dolu sözlere sahip olan bir şarkıyı anımsatıyor.
Şu son dönemlerde benim için yazarlar kadar değerli olmaya başladı yönetmenler, anlamadığım ya da anlamlandıramadığım zamanlarda basite indirgiyordum sinemayı, ancak bazı yönetmenler sayesinde aslında basit olanın düşüncem olduğunu anlamam da geç olmadı, özellikle Michelangelo Antonioni gibi; bir aptalın bile kolaylıkla anlayacağı konuları anlamamakta ısrarcı olan insanlara sinema üzerinden nasıl dayatıldığını, istemeden de olsa kabullenişlerini görmek, gerek renkler gerekse de şekiller olsun, olmadıysa en basitinden isim seçimleri diyelim, elindekileri kullanmayı bilen birinin elinin altında sanat adı altında sinema; mükemmel bir silah oluyor.
Şu cümleleri de kurduğuma göre itiraf etmeliyim ki; ne zaman Raf’a yorum girsem kendimi kapıya gelen pazarlamacılar gibi hissediyorum.
Film; endüstrileşmeyi arkasına alarak insan ilişkilerinin yüzeyseliliğini, genel olarak modern hayat eleştirisini ele alıyor; bireyin modern/fabrika toplumundaki yeri, insanlarla yaşanan kopuk ilişkiler; ki kopuk olmayanlar da sadece erotizm sayesinde mevcut zayıf bağı elde tutuyor. Yönetmenin ilk renkli filmi olması nedeniyle renklerin etkisi oldukça barizdi, Antonioni bu filminde, mavilerin, kırmızıların, yeşillerin ve sisin beyazının pastel tonlarını olabildiğince yoğun kullanmış.. bana kalırsa böyle bir filmin siyah-beyaz olması da etkisini oldukça düşürürdü, o yüzden renklerin kullanımı çok yerindeydi. Ayrıca ses ve görüntü olarak da, özellikle sisin yarattığı atmosfer ve fabrikanın kasvetli homurdanmaları, çaresizliği ve soyutlanmışlığı harika bir şekilde yansıtıyordu. Bana kalırsa Michelangelo Antonioni’nin kendi sanatını yansıttığı filmi bu, ve her zaman sırf bu yüzden yeri ayrı olacak.(her ne kadar Giuliana kadar ruhumun daralmış olmasına sebep olsa da)
Modern toplumda; insanların ancak belirli kimlikler altında kendilerini güvende hissettikleri ancak Giuliana (geçirdiği kazanın sebep olduğu bir farkındalıkla) hiç bir kimlikte huzur bulamamaktadır. Kendi iç dünyasında soruları ve sorgulamaları bitmediği gibi ne yazık ki düşünceleri de gerçek yaşamda herhangi bir eylem de karşılık bulamıyor. Giuliana ve benim ortak noktamız; kendimiz için yarattığımız yalnızlıktan korkuyoruz, çevrenin farklı hissettirdiği (yapısı ve seçimleri yüzünden) herkes gibi içine kapanmış, dipsiz bir kuyu da hissettiriyor bu yalnızlık ve evet çoğu zaman sığındığımız limanlardır özlemini duyduğumuz denizden bizleri alıkoyan.
Çok hoş bir detay olarakta türk bir gemci ile türkçe-italyanca olarak iletişemedikleri sahneler, bana kalırsa insan ilişkileri üzerinden en baskın teması da iletişimsizlikti. Filmde Monica vitti ile dünya arasındaki, dolayısı ile de film ile de bizim aramızdaki iletişimsizliği özetlemiş bulunuyor ve filmin sonunda Giuliana ile oğlu Valerio arasında geçen son replikler ise bir bakıma Giuliana'nın kendince ruh sıkışıklıklarına bulduğu çözümü de seyircilerine sunuyor;
Valerio: (Fabrika bacasından çıkan dumana bakarak) Duman niçin sarı?
Giuliana : Çünkü zehirli.
Valerio: O zaman küçük bir kuş onun içinden uçarsa, ölür!
Giuliana: Şimdiye kadar kuşlar bunu öğrenmiştir. Oradan uçmuyorlardır artık.