Bu adamı sevmeyenleri anlayamıyorum, öyle bir adam ki kendi mezhebine dahi iğneyi batırmaktan geri kalmıyor. Dürüst ve naif bir insan, şahsiyetti ve bu dünyadan gelip geçti. Bıraktığı eserlerde cabası. Ama malum kesim bu adamcağıza hep taraflı yaklaştı, kindardılar. Ne batmıştı…devamıBu adamı sevmeyenleri anlayamıyorum, öyle bir adam ki kendi mezhebine dahi iğneyi batırmaktan geri kalmıyor. Dürüst ve naif bir insan, şahsiyetti ve bu dünyadan gelip geçti. Bıraktığı eserlerde cabası. Ama malum kesim bu adamcağıza hep taraflı yaklaştı, kindardılar. Ne batmıştı bir taraflarına bilmiyorum ama çok can yaktığı belliydi Şeriati'nin... Belli ki amacına ulaşmış. Bu muazzam eserini de gerekli gördüğüm kısma kadar okudum. Tanrı ondan razı olsun, aydın insan!(zaten son zamanlarda yaşadıklarımdan katlanabildiğim bir iki müslüman düşünür var itibar ettiğim bu da onalardan biri) Şimdi önemli gördüğüm yerlerden birkaç alıntı ve özet mahiyetinde buraya atıyorum:
Eğer fırsat bulursam diyeceğim ki dua, insanın zaaflarını telafi eden bir şey olmadığı gibi, aksine insanın iktidarını güçlendiren, bireysel ve toplumsal hayatını kurmadaki olumlu çabasını ve yapıcı faaliyetini sürdürmesini sağlayan şeydir. Yani İslam'da dua, çalışmanın ve sorumluluğun yanında değil, aksine sorumluluğun yerine getirilmesinden sonra, sıkıntı çekme, çabalama, vihat etme ve sabır göstermenin devamında yer alır. İslam tarihinde bize temel dua metinlerini bırakanlar bizzat böylesi açık seçik bir örenkliğin ve temel prensibin numuneleridir. Onlar, düşmanla savaşırken, saadete ulaşmaya çalışırken, muktedir olmak, bağımsız olmak, özgür olmak için uğraş verirken, bütün trhlike unsurlarını, bireysel ve toplumsal zaafları yok etmeye çalışırken, ciddi bir toplumsal ve inançsal mücadele verirken daima uyanık olan, daima donanımlı, daima sılahlı ve sorumlu olan kimselerdi. Aynı kişiler bir yandan dua ederken aynı zamanda bizzat bedenleriyle en korkunç savaş sahnelerine dalıyorlardı. Bunlar hiçbir zaman bir köşeye çekilen, ruhbanlık eden, dağlara kaçan, toplumdan uzaklaşan, halkın yazgısına yabancı kalan, sosyal dorumluluktan kaçan, bir köşe başına, manastıra, zaviyeye veya dağlara sığınan ve bütün işleri dua etmekten ibaret olan kimseler değillerdi. İşte bir Ali vardı ki dua ediyordu! Ama nasıl dua ediyordu? Peygamber dua ediyordu. Ama nasıl dua ediyordu? Savaşın bütün hazırlıklarını, genel bilinci, bütün güçlerin seferberliğini, safların düzenini, savaşın en küçük taktik ve stratejik inceliklerini hazır hale getiriyor; savaşın mantıki, maddi ve manevi gücünü arkasına alarak düşmanın karşısına çıkıyor; savaşın bğtün temel kurallarına ve yöntemlerine riayet ediyor; bütün bu mantıki, bilimsel, toplumsal, siyasal, askeri ve ekonomik hazırlıkları tamamladıktan sonra dua ediyordu.
Dua, sadece ihtiyaçlarımızı elde etmek için bir araç değil, aynı zamanda bir aşk tecellisidir. Genelde mantıkla, analitik incelemeyle, bilimsel ve felsefi bilgi ve düşünceyle elde edilemeyen şeyler, aşkla, ruhun sevgiliye bağlanmasıyla, içten bir ihlasla ve ondan başka her şeyin terk edilmesiyle elde edilir. İşte bu yüzden Tanrı, varlık ve hayat mucizesini yaratmış olan, varlığın ve hayatın onyüce sırı, (bu tabir çok güzeldir; bu kavram bize çok tanıdıktır; hikmet ve irfan metinlerimizde bu var. Ancak bu tabir, son derece arifane, çok ince ve derin bir tabirdir. Sadece laboratuvarla, fizyolojiyle, organların işlevleriyle uğraşan birinin dilinden dökülmesi çok dikkat çekicidir. Bu derin irfani duyguya laboratuvar vasıtasıyla ulaşmak son derece ilginçtir.) evet Tanrı, hayat ve varlık mucizesini var eden bu yüce sır, anlamaktan başka bir şey anlamayan kişinin gözünden kendisini ne kadar gizliyorsa, svemekten başka bir şy bilmyn kişinin gözüne de o kadar aşikâr olmaktadır.
Bilgiye ulaşmanın tek yolunu mantıki ve akli düşünme olarak kabul edenlerin, hayatın sırrını, varlığın anlamını ve evrenin ruhunu aynı şekilde çözümlemek, eşyanın doğasını, fizik ve kimya kanunları gibi yalnızca mantıki bir çözümlemeyle sınırlamak isteyenlerin Allah'ın varlık sınırlarını anlamaları ve kavramaları çok zordur. Oysa sevmenin, aşkın ve ihlasın anlamını kavrayanlar, Allah'ı kolayca tanır ve bilirler. Nasıl mı? Allah'ın varlığını hissedebilmek ve her yerin onunla dopdolu olduğunu duyumsamak bir gülün kokusunu koklamak kadar kolaydır.
İşte günümüzün müreffeh burjuvasının hayatı böyledir. Peki neden bu felsefelerin tamamı sonunda dünyanın hiçliği ve absürtlüğü düşüncesine ulaşmaktadır? Bu işin esası şudur: bu büyük müteffekkirlerin, 18. Ve 19.yy kapitalizminin, maddi ve ticari düşüncesinin propagandasını yaptığı şekliyle, insanın olabildiğince daha çok tüketme ve daha çok refaha ulaşma duygu, istek ve eğilim ihtiyacını sınırlı saymadıklarından dolayı madde ötesi ihtiyaçları da vardır. İkbal'in tabiriyle dünya hakkında yeni bir ruhani yoruma ihtiyaçları vardır; yeni bir bağlantıya, duygusal bir bağlılığa, büyük bir umuda, insanlığın ve evrenin yeni bir anlamına ihitaçları vardır,ama bunları bulamamaktadırlar. Yeryüzüne ait olan, Avrupa'nın müreffeh hayatının üretim ve tüketimiyle ilgili olan her şeyden bizar(usanç) olup eksiklik hissetmekte, ancak "varoluşa" da ulaşamadıklarından otomatik olarak boşunalığa, "var olandan" şikayete, belirsiz olandan kuşkuya ve bilgisizliğe ulaşırlar. İşte bu, boşunalığa ulaşmaktır, boş olmaktır; günümüz Avrupa düşüncesi, felsefesi ve sanatının ulaştığı boşluktur. Yalnızlık temeli üzerine kurulmuş olan egoizmin anlamı budur işte. İnsanın varlık âlemindeki yalnızlığı, otomatik olarak bu noktaya çıkar. Gündelik hayat, maaş, rütbe, gelir, giyecek ve yiyecekle doyuma ulaşan insan da mutludur. Ne mutlu ona! Sanki bir cennette yaşamaktadır; bir bitki dinginliğinde hayvani bir cennette. Lao Tsu'nun deyişiyle: "Bir ağacın huzuruna benzeyen bir huzur içinde; bir bitkinin doygunluğuna benzer bir doygunluk halinde."
*Allahım! Beni huzurun ve mutluluğun bayağılığına sürükleme; ruhuma büyük ızdıraplar, yüce tasalar ve muhteşem hayretler bağışla. Lezzetleri hakir kullarına ver; sevgili dertleri ise benim canımın üstüne yığ.
*allahım! Beni insanın dört büyük zindanı olan tabiat, tarih, toplum ve ben'likten kurtar; öyle ki ey benim yaratıcım, sen beni nasıl yaratmışsan, ben de aynı şekilde kendi kendimin var edicisi olayım; bir hayvan gibi kendimi çevreye değil, çevreyi kendime uyarlayabileyim.
*Allahım! Beni alçak ruhların dostluklarının ve düşmanlıklarının musibetinden, Ali gibi muhteşem ruhların, Gılgamış'tan Sartre' a, lopi'den aynulkuzat'a, mihrave'den razas'a dek tüm zamanların güzel gönüllerinin sığınağında tertemiz eyle.
*Allahım! Sana, benim düşmanlarımı ahmakların arasından seç diyen Ali oğlu Hüseyin'in büyük oğlu gibi şükrediyorum. Birkaç ahmak düşman, Allah' ın seçkin kullarına ihsan ettiği bir nimettir çünkü.
*Allahım! Rousseau'ya ilham ettiğin şu kutsal sözü hiçbir zaman benim hatırımdan çıkarma: "Ben senin ve inancının düşmanıyım, ama senin ve inançlarının özgür olması için canımı feda etmeye hazırım!"
*Allahım! Toplumuma tasavvuf ve maneviyatçılık hastalığından yana şifa ver de hayata ve gerçeğe geri dönsün. Beni de hayatın bayağılığından ve maneviyatçılık hastalığından kurtar ki irfani özgürlüğe ve manevi olgunluğa erişeyim.
*Allahım! Dostoyevski'nin diline ilka ettiğin şu ayeti aydınların gönlüne de nazil et: "Tanrı yoksa her şey mubahtır." Dünya anlamdan yoksun, hayat amaçtan yoksun ve insan hiçlikten ibarettir. Anlamdan yoksun insan, sorumluluktan da yoksundur.