'Bir şeyler gelişti, ama nasıl başladıysa öyle bitti.' diyebileceğimiz filmler olur ya, Benim Afrikam'da tam olarak böyle bir filmdi. Durgunluğun içinde olayların geliştiği fakat o durgunluğunu da kaybetmeyen bir film. Benim Afrikam, gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyor. Danimarka'lı bir Barones…devamı'Bir şeyler gelişti, ama nasıl başladıysa öyle bitti.' diyebileceğimiz filmler olur ya, Benim Afrikam'da tam olarak böyle bir filmdi. Durgunluğun içinde olayların geliştiği fakat o durgunluğunu da kaybetmeyen bir film.
Benim Afrikam, gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyor. Danimarka'lı bir Barones olan ve kocasıyla beraber kahve yetiştiriciliği yapmak için Afrika'ya yerleşen Karen Blixen'in hikâyesine.
Film Blixen'in 3 ayrı otobiyografisinden (Out Of Africa, Shadows on the Grass, Letters from Africa) ve ayrıca Judith Thurman'ın Isak Dinesen: The Life of a Storyteller adlı biyografi kitabıyla Errol Trzebinski'nin Silence Will Speak adlı biyografi kitabından uyarlanmış. 5 ayrı eseri, tek bir filmde toplayıp Karen Blinxen'ın hayatını 2 buçuk saatlik bir filme sığdırmak. Gayet başarılı.
Kimdir bu Karen Blinxen? Adını ilk kez bu film sayesinde duyduğum kadını sizi kısaca anlatmaya çalışacağım. Karen Christenze Dinesen kendi ayaklarının üstünde durma isteğiyle bir yola çıkar ve bu yolda Baron Bror Blinxen ile bir mantık evliliği gerçekleştirir. Çift kahve yetiştirmek için Afrika'ya yerleşir. Daha ilk günlerden Bror Blinxen karısı Karen'ı ‘‘Yağmurlar yağmadan hemen önce dönerim.’’ deyip bırakıp gider. Bu topraklara yağmur ise öyle kolay kolay yağmamaktadır. Hiç bilmediği topraklarda bir başına kalan Karen Blinxen bir yandan buraya adapte olmaya çalışıp işleri halletmeye çalışırken diğer yandan sıkışıp kalır. Aşkın ve mantığın, özgürlüğün ve esaretin, gücün ve güçsüzlüğün, ihtiyaçlarının ve isteklerinin arasında sıkışıp kalır. Kocasının yokluğunda bir maceracı ve avcı olan aşığı Denys Finch Hatton ona ilaç gibi gelecektir. Kim bilir...
2 buçuk saatlik dramatik ve son derece durgun bir filmde filmin tamamına odaklanmak biraz zor. İzlerken kaçırdığım, kaçırır gibi olduğum yerler oldu. Lâkin bunların çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Çünkü filmin anlatmak istediğini anladım, Karen Blinxen'ı tanıdım. Yani tabii buna çok da gerek olduğunu düşünmüyorum. Neticede Afrika'ya kendini şirin gösterip onları sömüren yüzlerce beyazdan sadece biri idi Karen Blinxen.
Bu tarz bir filmde baş karakteri 'ah ne kadar iyi bir kadın, oradaki insanlara yardım etti, ırkçılık yapmadı.' diye övemem. Yukarıda yazdığım sebepten ötürü. Lâkin Karen'ın gücünü, yalnızlığın içine kendini kapatmamasını her geçen gün daha iyisi için çabalamasını övebilirim. Hiç bilmediği bir topraklarda kadınların pek de söz sahibi olamadığı yıllarda tek başına yaşamak ve işleri yönetmeye çalışmak...
Irkçılık demişken, ırkçılığa değinmemek olmaz. Filmde ırkçılık var mıydı? Benim gözlemlediğime göre gözümüze gözümüze sokulan bir ırkçılık yoktu. Aksine beyaz insanlar o kadar sevecen ve yardımsever gösterilmiş ki köle siyahiler ve efendi beyazlar bir arada barış içinde yaşayıp gidiyorlar. Ne tatlı değil mi? İnsanların topraklarını işgal edip, onlara ait olanlara el koyup o kişileri köle gibi çalıştırıp sonra da iyilik yapmak. Emperyalizmi bu kadar güzel gösteren bir film daha izlediğimi hatırlamıyorum. Karen Blinxen adlı hanımefendi kitabında kendini pek bir övmüş herhalde. Eh hiç kimse de 'yoğurdum ekşi' demez.
Film Karen'ın hayatına odaklanıyor. Ben ise sanırım konudan biraz saptım anlatırken. Yani çok da ondan bahsedip filmin büyüsünü kaçırmak istemiyorum. En başında dediğim gibi ikilemlerin arasında sıkışıp kalan ama sıkıştığı yerde kalmayan bir kadının hayatı.
Görüntü yönetmenliğini takdire şayan bulduğum bu film bizi Afrika topraklarına taşıyor. Taşımakla kalmıyor 1900'lerde o topraklarda yaşatıyor. Belki bir beyaz efendi, belki de siyahi bir köle olarak. Kıtaların ötesine uzanan biyografi/otobiyografi filmi. Yaşamın tam da kendisi.
Son olarak bahsetmek istediğim bir şey var. Bu daha çok kendi kişisel düşüncelerimle alakalı. Sanki önceki yazdığım paragraflar başkalarının düşüncesiydi. Neyse. Bir sahnede Karen Denys'e ‘‘Sana ihtiyacım var.’’ diyor. Denys ise ‘‘Beni istiyorsun. İstekle ihtiyacı karıştırma.’’ diye cevap veriyor. Tam olarak böyle dememiş olabilir, mantığı buna çıkan bir cevaptı. O sahne beni bi' uzaklara daldırdı. Acaba ihtiyaç duyduğumuzu sandığımız kişileri istediğimiz için mi yanımızda tutuyoruz? Yoksa gerçekten ihtiyacımız mı var? Karen Blinxen Denys'i istiyordu evet. Evli bir kadın olarak tatamadığı, arzuladığı tüm duyguları onunla tattı. Fakat bir yandan da ‘sana ihtiyacım var!’ derken yalan söylemiyordu. Çünkü sıkışıp kaldığı duygular arasından onu alan ve bilmediği bu topraklarda ayakta daha dik tutan Denys oldu. Belki de ihtiyaç duyduğumuz insanlara gerçekten ihtiyacımız var. Belki onların çıkarı -sevdiğine mutluluk vermek mutlululuğun anahtarıdır- belki de kendi çıkarımız için. Belki de karşılıklı çıkarlar için. Eh ne demiştik 'tüm ilişkiler çıkarlar üzerine kuruludur.'
Sömürgeden nerelere geldik. İşler başka noktaya sapmadan ben yazıma son vereyim. Bu durgunluğu kaldırabilecekseniz izleyin. Ben sevmem öylesini hareket lazım diyenler geçebilir gönderiyi. Bu cümleyi yazının sonuna yazmam da pek ironik. Neyse.