Spoiler içeriyor
Her sakallıyı imanlı, her batılıyı edepli sanmayacaksın. Hayırlı cumalar. Türk Edebiyatı klasiklerinin 2. kitabıyla buradayım. Yine Hüseyin Rahmi Gürpınar ve yine oldukça eğlenceli bir anlatım. O kadar alıştım ki Hüseyin Rahmi okumaya eserleri su gibi akıp gidiyor. Hatta daha dün…devamıHer sakallıyı imanlı, her batılıyı edepli sanmayacaksın. Hayırlı cumalar.
Türk Edebiyatı klasiklerinin 2. kitabıyla buradayım. Yine Hüseyin Rahmi Gürpınar ve yine oldukça eğlenceli bir anlatım. O kadar alıştım ki Hüseyin Rahmi okumaya eserleri su gibi akıp gidiyor. Hatta daha dün Efsuncu Baba kitabını okuyup bitirdim. Yakın bir zamanda onun da yazısı gelebilir. Şimdi Mürebbiye hakkında konuşalım.
Öncelikle kitabın dilinin hafif olması ve bol bol entrika, hareketli sahne olması sebebiyle su gibi aktığını belirtmek isterim. Belki sadeleşmemiş olanları ağırdır, ama ben sadeleşmişini okuduğum için okurken hiç zorluk çekmedim.
Hüseyin Rahmi, kitaptaki her olayı öyle bir betimleme ve detayla anlatmış ki okurken kendimi film izliyor gibi hissettim. Başlarında birazcık ağırlık vardı. Karakterlerden, yalıdan, gelişecek olaylardan bahsediyordu. Tabii bu ağırlığı da ince nüktelerle kamufle etmiş. Yani okurken sıkılmıyorsunuz, ben sıkılmadım.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde özellikle sonlarına doğru hareket, entrika, yalan dolan artıyor, herkes birbirine giriyor, hesaplaşmalar, düşünmeler, yakınmalar, kavgalar, gürültüler baş gösteriyor.
Bu kavganın gürültünün sebebini anlatmadan devam etmek olmaz sanırım. Konağında oğulları, kızları, damadı, kardeşi, kahyaları ile birlikte yaşayan Dehri Bey, konağa oldukça edepli, ahlaklı (şüpheli) Fransız bir genç kızı, Matmazel Anjel'i çocuklarına mürebbiyelik -öğretmen dadı- yapsın diye işe alıyor. Eskiden hayat kadını olan genç kız tabii bu alışkanlıklardan vazgeçemiyor, konağın erkekleri ile işveli cilveli, odalara almalı, geceleri beraber geçirmeli bir aşk oyununa başlıyor. Eh, aynı çatı altında birbirinden habersiz sonsuza dek idare edemez değil mi? Gün geliyor her şey patlak veriyor, olaylar üstüne olaylar kavgalar üstüne kavgalar, oyunlar üstüne oyunlar oluyor tam da dediğim gibi.
Daha çok Anjel'in 3 aşığının, yani Amca, Sadri ve Şemi'nin sevdasını, birbirlerine yapmaya çalıştıkları oyunları, birbirleri ile girdikleri mücadeleleri okuyoruz. Bir de tabii diğerlerinden habersiz Anjel'la oynadıkları aşk oyununa ''bu kız bana yanık abi, ufff çok yakışıklıyım. alem duruşuma kızlar bakışıma hasta'' demelerine şahit oluyoruz. Biri yakışıklı olduğu için etkilediğini düşünüyor, biri kaslarıyla. Amca Bey de kendi dış görünüşüne pek de güvenmediği için 'bunlar boş iş' diye düşünüyor. O ise kızı zekasıyla etkilediğini düşünüyor. Yazık. O kadar zeki ki kadının konağın tüm erkeklerine yaptığı cilveyi cidden şahit olana, onlardan duyana kadar anlamıyor bile.
Kahya Eda Hanım'ın olayları farkedip Dehri Bey'i ayaklandırması ve konağı birbirine katması sahnesi çok güzeldi. Hem heyecanlandım, hem eğlendim. Yani yalan parayla olsa Anjel kredi çeker yine söylerdi sanırım. Önden yürü Kraliçe. Bu neçe yalan söyleme becerisidir? Çatpat Türkçesi ile herkesi inandıracak, dize getirecek bir yalan söyledi. ''Ben namus kari. Siz ediyor bana iftira. Edep sen güzel şey.'' diye ağlayıp ağlayıp masumluğunu kanıtladı sözde hanımefendi. Aslında düşününce çok da kanıtlamış sayılmaz. Dehri Efendi öyle inanmak, inanıyor gibi yapmak istedi. Ne desin adam? ''Ben de ara ara ziyaret ediyorum. İsterseniz grup yapalım.'' mı desin?
Kitapta birçok güldüğüm espri, eğlendiğim sahne oldu. En çok eğlendiğim sahneler ilki Kahya Eda'nın olanı biteni haber vermek için Dehri Efendi'nin odasına gittiği esnada Dehri Efendi'nin muazzam bir taklitle -evet sesi kulağıma geldi- Moliere'nin bir oyununu -sanırım Moliere, bazen yanlış hatırlayabiliyorum- okuması ve sonra Eda ile birlikte ufak bir kısmını canlandırmasına çok güldüm.
Bir diğer beni eğlendiren sahnede üç aşığın tutuştuğu kavga idi.
Bir de Sadri'nin aşçıya bir şeyler öğretmeye çalıştığı, aşçının asla anlamadığı kelimelerle ders verdiği bir sahne vardı. Orada aşçının tepkilerine çok güldüm. Yani kitap sadece Anjel'in yaramazlıklarından bahsetmiyor. Araya başka başka, akışı da bozmayan sahneler sıkışırmış Gürpınar.
Bu arada aşçı demişken aklıma geldi. Kitaplarında karakterleri illa ki İstanbul Türkçesiyle konuşturmak için kasmamasına bozuk Türkçelerini, yöre ağızlarını yazıya da aktarmasına bayılıyorum. Bence kitabı daha eğlenceli kılıyor.
Finali beklemediğim yerden geldi. Son cümleyi ya da cümleleri okuyunca ağzımdan ufak bi' ''hasss... çıktı.'' Yani aslında o kadar şaşırılacak bir şey yok tabii ama anlık vurdu. Üçünün de domino taşı gibi pıtpıtpıt bayılmasına çok güldüm.