Spoiler içeriyor
Sözlerime Aristo'nun ''İnsan düşünen hayvandır.'' sözleriyle başlayıp elime denizkabuğunu almak istiyorum.🐚 Denizkabuğunu aldıktan sonra mı başlasaydım? Neyse önemli değil. Kayanın üstüne çıktım, elimde denizkabuğum size kitabı anlatacağım. Lütfen elinize denizkabuğu almadan konuşmayınız. Film izlemekten çok çok sıkıldığım için uzun bir…devamıSözlerime Aristo'nun ''İnsan düşünen hayvandır.'' sözleriyle başlayıp elime denizkabuğunu almak istiyorum.🐚 Denizkabuğunu aldıktan sonra mı başlasaydım? Neyse önemli değil. Kayanın üstüne çıktım, elimde denizkabuğum size kitabı anlatacağım. Lütfen elinize denizkabuğu almadan konuşmayınız.
Film izlemekten çok çok sıkıldığım için uzun bir süre filmlere ara verip kitap okumaya ağırlık vereceğim. Bu sebeple şu aralar bol bol kitap incelemesi görebilirsiniz benden. Bugün birkaç gün önce okuyup bitirdiğim William Golding'in Sineklerin Tanrısı kitabını anlatacağım, irdeleyeceğim.
Eğer kitabı okumadan önce kitap hakkındaki yorumları okusaydım, önyargım oluşur okumak konusunda çekinti yaşayabilirdim. Çünkü yorumların birçoğu kitabın kötü olduğuna, okunmaması ve vakit kaybı olduğuna dair. Kabul ediyorum, kitabın başları oldukça sıkıcı. Çünkü rutin şeyler kendini tekrar ediyor; pek bi' olay, hareketlilik, kaos yok. Ara ara yaptıkları ufak tefek sürtüşmeler dışında. Ateş yakıyorlar, meyve topluyorlar, avlanıyorlar, barınaklar inşa ediyorlar, iş bölümü yapıyorlar, birbirleri ile tartışıyorlar. Öyle öyle bir süre geçiyor. Kitap adada canavar olduğu iddiası ortaya atıldıktan sonra merak uyandırıcı bir hâle gelip, çocukların Jack'ın ve Ralph'ın önderliğinde ikiye bölünmesiyle iyice hareketlenip en sonunda büyük bir yangının -hem gerçekten hem de mecazen- ortasına değin sürükleniyor.
William Golding uzun bir süre hiçbir yayınevinin basmak istemediği, en sonunda yayımlatabildiği Sineklerin Tanrısı kitabında insanın doğasını, psikolojisini, iyiliği ve kötülüğü, yönetimi, halkı, kitleleri, mantığı ve duyguları irdeleyip anlatıyor.
Kitap 3. Dünya savaşı esnasında, hiçbir yetişkinin bulunmadığı bir grup çocuğun mahsur kaldığı ve kurtuluş amacıyla hayata tutunmak için didindikleri ve yavaş yavaş içlerindeki hırslar sebebiyle kaosa sürüklendikleri ıssız bir adada geçiyor.
Üçüncü Dünya Savaşı'nda geçiyor olması önemli bir ayrıntı. Zira kitap insan doğasını irdelerken bize şunu anlatıyor; kötülüğün de iyilik gibi insanın içinde doğuştan olabileceğini savunuyor. Bu düşünceye pek katıldığımı söyleyemem; ben her iki davranışında sonradan öğrenildiğini düşünüyorum. İyilikte, kötülükte aileden, okuldan, çevreden, yaşanılan coğrafyadan, hayatını getirdiklerinden ve götürdüklerinden öğrenilir. Kitabın bir bölümü o kadar yordu ki bunlardan bahsettiler mi hatırlamıyorum ama -muhtemelen bahsi geçmedi- belki de Jack'ın ya da Roger'ın çok acımasız bir ailesi vardı, belki de bir aileye sahip değillerdi. Yalnızlık onları kötülüğe sürükledi. Yani çocukları iyi olmaya ya da kötü olmaya sürükleyen bir şey vardır. İçimizdeki meleği de şeytanı da -kitabın diliyle konuşursam canavarı- besleyen bir şeyler olur elbette. Eee? İlk taşı kim attı ortaya. İlk kötülük kimden çıktı? Kardeşini katledip ilk kanı döken Kabil'den mi? Yasak meyveyi yiyip cenetten kovulan Adem ve Havva'dan mı? Ona, onlara yol gösterip kötülüğe sürükleyen, yol gösteren iblisten mi? Yoksa iyilikle beraber kötülüğü de yaratan Tanrı'dan mı? Kötülük diye bir şey var olmasaydı, bize yapılan iyi davranışları iyi olarak adlandırabilir miydik? İyiliğin bir değeri olur muydu? Bu sorular da bu konuda uzar gider, kitaba devam edeyim.
Savaş ayrıntısı önemli demiştim. O da şu sebepten önemli. ''Bakın!'' diyor Golding bize. ''Sadece yetişkinler savaşa sebebiyet vermez. Çocuklarda gittikleri yerlere kaosu, savaşı sürükleyebilirler.'' Evet, kitapta Jack önderliğinde vahşileşen bazı çocuklar adaya savaşı kendileriyle birlikte getiriyorlar. Peki onlar savaşmayı kimden öğrendi? Bu arada şunu da kabul ediyorum. Bazen bazı çocuklar biz büyüklerinden daha acımasız olabiliyorlar. İlkokulda zorbalanan varsa demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Dillerinin asla kemiği yok. Pat pat pat konuşuyorlar.
Kitapta önemli bazı metaforlar vardı. En önemlisi ateşti. Ateş insanlık için her zaman en önemli şey olmuştur. Yemek pişirip karınlarını doyurmaları için önemliydi ateş. Fakat daha da önemlisi dumanının bir gemi, bir uçak tarafından görülüp kurtuluş amacı, özgürlük gayesi taşıyor. Zaten aralarındaki ilk sürtüşmede ateşin sönmesinden ötürü çıkıyor. Bir gemi kaçırıyorlar ve buna sebep olduğu için Jack'ın üstüne gidiyor Ralph. Bu da Jack'ın daha sert karşılık vermesine ve de zaman geçtikçe büyük bir kaosun, iğrenç bir savaşın ortasında kalıyorlar.
Bir diğer önemli şeyse Domuzcuk'un gözlüğüydü. İlkel aletlerin temsiliydi gözlük. Adanın en mantıklı çocuğunun görmesini sağlayan ve de ateş yakmak için önemliydi gözlük. Gözlük ve ateşin üstünden çok olay döndü.
Çocukların karınlarını doyurduğu, şehvetlerini tatmin ettikleri, canavara sunak olarak sundukları, canavara benzettikleri, hareketlerini takip ettikleri domuzlarda kitaptaki önemli metaforlardandı. Yine gözlük ve ateş gibi domuzların da üstünden epey olay döndü. ''Yani pek de uzun olmayan bir kitaba bu kadar olay nasıl sığdı?'' diyecek olursanız o da Golding'in yazma becerisi. ''Sen daha yazacak mısın? Biz daha okuyacak mıyız?'' derseniz de 'evet.' Yani tabii buraya kadar okuyabildiyseniz.
Ha bir de denizkabuğu var. Kendisini elinde tutan kişiye konuşma hakkı veren denizkabuğu adaletin, eşitliğin sembolü idi.
İnsan doğasını inceleyen bir kitapta karakterlerden bahsetmeden geçmek olmaz. Bahsedelim.
Ralph; iyi bir lider örneği idi. İyi ve eşitlikç bir lider. Sadece bir konuya değil, birçok şeye önem veriyordu. Barınak yapmaya, yemek bulmaya, ateş yakmaya, iş bölümüne, herkesin söz sahibi olmasına. Kısacası demokrasi ve adalete. Elinde denizkabuğu olanın konuşma hakkı olması fikri de demokratik yapısını destekliyor Ralph'ın. En çok önem verdiği şey ise ateşti. Çünkü ateş bir kurtuluştu. Halkını bataklıktan kurtarmaya her şeyden çok önem veren liderler gibi tıpkı.
Jack; liderlik özelliğine sahip bir diğer karakter. Fakat Ralph'ın tam tersi. Saf kötülük barındıran, acımasız, gerekirse halkına işkence etmekten, onları cezalandırmaktan çekinmeyen, mutlak söz sahibinin sadece kendisinin olduğunu düşünen bir lider. Jack ilk kez avlandığında ve bu sebeple ateş söndüğünde Ralph'ın verdiği tepkiyi çok abartılı bulmuştum. Evet, bir gemi kaçırmışlardı, ama Jack'te kötü bir şey yapmamamıştı ki... Neticede karınları doyurmak için herkese yetecek kadar et bulmuştu. Daha sonra Jack'ın karakteri ortaya çıkınca yani iyice vahşileşince anladım ki; o avlanmaya, karnını ya da diğerlerinin karnını doyurmaya önem vermiyor. Yalnızca kan dökmekten haz alıyor. Roger'da tıpkı Jack gibi bir karakter. Acımasız, empati yoksunu, kan ve kaos ile beslenen. İçindeki canavarı besleyen.
Domuzcuk; kilosu ve gözlüklü olması ve de aklıma gelmeyen başka sebepler sebebiyle sürekli adadakiler tarafından alaya alınan Domuzcuk ise aklın ve mantığın temsiliydi. İnsanlık nasıl da alay ediyor akılla, bilimle? Oysa birçok fikri Domuzcuk ortaya atmıştı. Onu dinleselerdi keşke.
Simon; o da Domuzcuk gibi aklı temsil eden karakterdi. Bunun yanında realistliği de temsil ediyordu. İnsanın içini gören bir çocuktu. ''Asıl canavar bizim içimizde!'' diyerek ve çocukların canavar dedikleri şeyin gerçekliğini görerek karakterinş temsil etmişti.
İkizler; her zaman beraber hareket eden, aynı anda konuşan, aynı anda düşünen ikizlerse iyi bir yöneticinin liderliğinde yaşamak isteyen ama Jack'a boyun eğmek zorunda kalan yine de saflığı temsil eden -kötülüğü engellememek de bir kötülüktür- pısırık halkı temsil ediyorlardı. İkizler birbirine zıt karakterde olsalar, yani Sam Jack gibi olurken Eric Ralph gibi olsaydı; belki de daha değişik şeyler çıkardı ortaya. Daha fazla kargaşa.
Her karakter, her eşya bir şeyleri temsil ediyor. Bir duyguyu, bir davranışı, bir eylemi, bir zamanı, bir kelimeyi. Metaforlara oldukça önem veren bir kitap. İlk sayfalarda dediğim gibi sıkılsam da çocukların iki gruba bölünmesiyle kitabı elimden bırakmak istemedim. Kendimi o adada, o kargaşanın ortasında hissettim.
İyiliğin doğasını da kötülüğün doğasını da mantığı ve duygusallığı da gerçekliği ya da rüyaları/kabusları da çok iyi anlatmış. En sevdiğim kitap olabilir mi? Belki, evet. Yani en azından bu yıl için oluşturacağım listelerde buna aday gibi. Daha okurum tabii.
Sonunun nereye gideceği bir şekilde belliydi. Bazı olaylarım tahminim dışında gelişti. Çok ani oldular ve beni şoka uğrattılar. Başka bir kitapta Bim'e uğratır. Ehehehe. Neyse neyse. Peki final gerçekten kurtuluş muydu? Yoksa Mina Urgan'un da sonsöz de açıkladığı gibi bir savaştan kurtulup yeni bir savaşın ortasına mı sürüklendiler? Kitabı okuyup da aklınızda bir şeyler takılı kalırsa mutlaka sonsözü okuyun. Çevirmen Mina Urgan kitabı sadece iyi çevirmekle kalmamış, kitaptaki birçok şeyi de iyi bir şekilde açıklamış, özetlemiş.