Breathless - Serseri Aşıklar Yeni Dalga’nın Asi Ruhu Jean-Luc Godard’ın Breathless (À bout de souffle), sinema tarihinde bir kırılma noktası. İlk izlediğimde, klasik anlatı diline meydan okuyan bu filmin neden bu kadar etkileyici olduğunu anlamaya çalıştım. Hikâyesi basit: Michel, bir…devamıBreathless - Serseri Aşıklar
Yeni Dalga’nın Asi Ruhu
Jean-Luc Godard’ın Breathless (À bout de souffle), sinema tarihinde bir kırılma noktası. İlk izlediğimde, klasik anlatı diline meydan okuyan bu filmin neden bu kadar etkileyici olduğunu anlamaya çalıştım. Hikâyesi basit: Michel, bir polisi öldürüp Paris’te saklanırken, Patricia ile yaşadığı ilişki giderek daha karmaşık bir hale geliyor. Ancak Godard’ın yaptığı şey, bu sıradan kaçış hikâyesini sinemanın sınırlarını zorlayan bir deneyime dönüştürmek. Film, baştan sona büyük bir özgürlük hissiyle akıyor. Paris’in sokakları, kafeleri, otel odaları—her şey bir belgesel havasında ama aynı zamanda inanılmaz stilize. Doğal ışık kullanımı, elde taşınan kamera, oyuncuların doğaçlamaya açık performansları, her sahneyi sanki gerçekten sokakta tesadüfen çekilmiş gibi hissettiriyor. Ama işin ilginç yanı şu: Bu kadar serbest, bu kadar rastgele görünen film, aslında sinema dilinde inanılmaz yenilikçi bir yapı kuruyor.
Jump cut tekniğinin cesur kullanımı, sahneler arasındaki zaman akışını kesintili hale getiriyor ve izleyiciyi sürekli aktif bir şekilde izlemeye zorluyor. Bir karakter bir şey söylerken aniden farklı bir pozisyonda devam ediyor, bir yürüyüş sahnesi keskin bir şekilde başka bir açıya atlıyor. Bu anlatım biçimi, yalnızca estetik bir tercih değil, aynı zamanda filmin ruhunu oluşturuyor. Çünkü Breathless, kural tanımayan, sınırları önemsemeyen bir karakterin hikâyesini anlatıyor ve bunu anlatırken sinemanın kurallarını da aynı şekilde reddediyor. Michel Poiccard karakteri, sinema tarihindeki en unutulmaz anti-kahramanlardan biri. Humphrey Bogart’a duyduğu hayranlık, onun sadece bir suçlu değil, aynı zamanda sinema tarihine kazınmış bir figür olmasını sağlıyor. Sürekli sigara içen, umursamaz ve pervasız biri gibi görünüyor ama aslında kaçışının anlamsız olduğunu bilecek kadar da farkında. Onun için hayat, bir film noir karakteri gibi yaşanmalı. Ama dünya onun hayal ettiği gibi değil ve sonunda trajik bir şekilde bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyor.
Jean Seberg’in canlandırdığı Patricia ise tipik bir femme fatale olmaktan çok daha fazlası. Kendi kararlarını veren, Michel’e karşı çekim duyarken aynı zamanda ondan uzak durmaya çalışan bir karakter. Onun Michel’le olan ilişkisi, klasik bir aşk hikâyesi değil, iki farklı dünyaya ait insanın birbirini anlamaya çalıştığı bir yolculuk. Godard’ın sinemayı ne kadar özgürleştirdiğini görmek için filmin final sahnesine bakmak yeterli. Michel, kaçamayacağını anladığında sokakta vurulup düşerken bile kayıtsız. Onun için her şey bir oyunun parçası gibi. Ama asıl mesele Patricia’nın tepkisi. Michel’in ölmeden önce söylediği “Gerçekten iğrenç.” sözünü anlamaya çalışırken onun yüzünde bir boşluk var. Film burada bitiyor. Kapanış jeneriği giriyor.
Seyirciye bir açıklama yapmadan, olayları dramatik bir şekilde sonuçlandırmadan. Çünkü Breathless, bir sonuç filmi değil, bir başlangıç filmi. Yeni bir sinema anlayışının, yeni bir anlatım biçiminin ve sinemanın artık tamamen özgürleştiği bir dönemin başlangıcı. İzledikten sonra filmle ilgili düşündüğüm şeylerden biri şu oldu: Breathless, sadece bir hikâye anlatmıyor, aynı zamanda sinema tarihine bir meydan okuma olarak var oluyor. Godard’ın kuralları yıkma cesareti, film boyunca hissediliyor ve bu cesaret, bugün bile hala taze ve ilham verici. Michel’in kayıtsızlığı, Patricia’nın kararsızlığı, Paris’in ritmi, kamera hareketleri, kurgunun anarşisi… Bunların hepsi, filmi sadece bir dönem filmi olmaktan çıkarıp zamansız bir deneyime dönüştürüyor. 1960 yılında çekilmiş ama hâlâ modern, hâlâ yenilikçi. Breathless, sinemaya dair her şeyi değiştiren filmlerden biri. Ve onu izledikten sonra sinemaya eskisi gibi bakmak mümkün değil.