Kitabın başı, hatta ilk cümlesi bana direkt Albert Camus'un "Yabancı" sını anımsattı. Bu başlangıç itibariyle derin bir işleyişe sahip olacağını düşünmüştüm ancak paragraf paragraf taşlamaları ve ciddi olan ve olmayan her bir meselenin mizahi ele alındığını fark edince düşüncem çok…devamıKitabın başı, hatta ilk cümlesi bana direkt Albert Camus'un "Yabancı" sını anımsattı. Bu başlangıç itibariyle derin bir işleyişe sahip olacağını düşünmüştüm ancak paragraf paragraf taşlamaları ve ciddi olan ve olmayan her bir meselenin mizahi ele alındığını fark edince düşüncem çok geçmeden solup gitti.
Bu noktada Doppler'in çok da ciddiye alınacak bir tarafı olmadığını söyleyebilirim. Hani olur ya, bazı filmlerde karakter dünyadan ve parçası olduğu her bir şeyden sıkılmıştır, küçük bir çanta geçirir sırtına, alıp başını gider evden; modern edebiyata ve sinemaya konu olmuştur bu durum; öyle ki her yönetmen tarafından çekilebilecek sıradan bir mesele hâline gelerek çekiciliğini de kaybetmiştir günümüzde.
Erlend Loe, cümlelerine alaycılık katarak okuyucunun ilgisini farklı yönde çekmeye çalışmış olmalı. Buna bir örnek vermek gerekirse Doppler de bir karakter olarak bahsini geçtiğimiz alıp başını gidenlerden.. Başarılı bir iş adamı olmuş, evli, bir erkek bir kız çocuğu var. Yaşamına dair çeşitli sorgularla ve insanlardan uzaklaşma isteği ile şehirden çok da uzakta olmayan bir ormanda çadır kurarak yaşamına devam ediyor.. Erlend Loe, ormanda kendini bulmak isteyen bu adamla (Doppler) bir güzel dalgasını geçiyor. Bunu da karakterin kendi fikirleri arasında yapıyor... Bununla kalmayarak kitapta bahsi geçen Sağcı adam, babasının ölümünden sonra onu onurlandırmak isteyen Düsseldorf, Roger gibi karakterlerle de mizahi anlatımına, taşlamasına devam ediyor.
Hülasa, ormana gitmenin ve insanın arayışta bulunmasının, yaptığı manevî keşfin derinliği ve bunun gerekliliği üzerine bir sunum değil Doppler eseri; modern çağın mantıklı veya aptalca olan durumlarına bir eleştiri gibi duruyor daha çok.
Bu kitabı okumak için belirli bir kitap okuma faslından geçmiş olmak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü okunulan yahut izlenilen şeylere doğrudan bir teslimiyet içerisinde görüyorum çağımızın yeni neslini. Into The Wild izleyip bunu salt ormanda yaşamak veya sanki bu çok harika bir şeymiş gibi algılamaya benzer bahsettiğim durum. Sorgusüz, sualsiz bir teslimiyet mevcut kısacası. Freud okuyup, kendisini psikaniliz uzmanı sanan, Nietche okuyup varoluşsal sancılar çektiğini sanan, Sartre okuyup dünyasının karardığında hemfikir olan... örnekler artıp gider Arthur Schopenhaur bir kitabında çok önemli bir konuya değinir: "İnsanlar kitapları satın almalı, kitaplar insanı değil." Cümlesi birebir böyle olmasa da özü buraya gelir.
Bu cümle, bahsetmiş olduğum o teslimiyete açıklık getiriyor. Okuduklarımızı -ortalık malı olmuş fikir yahut şeyleri- popüler bir cazibesi var diye direkt almak, insanın bir nevi kendine olan hakaretidir. Doppler kitabında olup biten ormanda yaşamanın cazibesi üzerine kurulu değildir, okuyucu karakterler ve onların mizahi diyalogları üzerinden çıkarımlar yapmalı. Görünürde olanı satın almamalıdır. Bu tüm kurulan evrenler için geçerli...
İyi akşamlar dilerim.