Bir gerçeğin ne kadar çok farklı penceresi olabileceğini gösteren güzel bir dönem filmiydi. Herkes hayatı kendi bir çift penceresinden izliyor ve çoğunlukla da o pencereler tamamiyle farklı manzaralara bakabiliyor. Hatta daha da enterasanı, aynı manzaraya dizilse bile o pencereler aynı…devamıBir gerçeğin ne kadar çok farklı penceresi olabileceğini gösteren güzel bir dönem filmiydi. Herkes hayatı kendi bir çift penceresinden izliyor ve çoğunlukla da o pencereler tamamiyle farklı manzaralara bakabiliyor. Hatta daha da enterasanı, aynı manzaraya dizilse bile o pencereler aynı şeyi göremeyebiliyor. Çok ilginç değil mi? Bence fazlasıyla öyle...
Düşününce bu, insanı müthiş bir şüpheciliğe düşürebilecek bir bakış açısı... Acaba gerçeğin ne kadarını görebildik, ne kadarını bilebildik? Görüp de bildiklerimizi gerçeğin aslıyla ne kadar örtüştürebildik? Gerçi her şeyden önce böyle sahici bir ötüştürmeyi, yani gerçeği kabullenmeyi ne denli istediğimiz de ayrı bir sorgulama mevzusu ya neyse.
Peki, bizi burada asıl yanıltan ne? Anılara karışmış gerçeğimizi eğip büken hafızamızın mı hayal gücümüzün mü bir oyunu? Ya da durun, durun, en baştan başlayalım...
Gerçek nedir? Neye denir? Gerçek tek midir? Ya da değişken mi?
Gerçeğin kendisi tek ve değişmez olsa bile mevzu bahis bizim onu algılayış biçimimiz... Asıl kilit taşı burada, o değişkenliğin rüzgârlarında savrulup duran algımızda saklı.
Şimdi, olaya filmle beraber daha somut bakmayı deneyelim. Elde var bir Ortaçağ mahkemesi, mahkemeye taşınmış bir mevzu ve o bir mevzunun üç farklı pencereden gerçeği... Filmin aynı olayı farklı kişilerin gözünden ayrı ayrı sunması etkileyiciydi.
Belki aynı olayı farklı bakışlardan yeniden ele alıp durmasından film tekrara düşüyor diyebilirsiniz ama ben izlerken bundan hiç sıkılmadım. Tam tersine hikaye akışını oldukça sıradışı buldum ve bu sıradışılığın tüm detayları da fazlasıyla ilgimi çekti. Öyle ki her farklı bakış açısında hareketlerin, cümlelerin, bakışların derinliğinin; odaklandıkları, önemsedikleri şeylerin devamlı çeşitlenişinin filme algı boyutunun o çetrefilli değişkenliğini vurgulayan bir nüans katmasına bayıldım.
Bu nüanslara dikkat ettiğimizde de aklımızı kurcalayan şu soru oluyor: Her karakterin gözündeki gerçeğin bu derece farklı olması, sahiden olanları bu şekilde algıladıklarından mı yoksa kendi çıkarlarına göre anlatıyı değiştirmelerinden, bizi kendi gerçekliklerine ikna etmeye çalışmalarından mı kaynaklanıyor?
Bu sorunun cevabını ararken film, ister istemez sizi yargılayıcı bir konuma sürüklediğinden hangi karakterin bakış açısının gerçek, kimin yalancı, kimin dürüst olduğunun hükmünü vermeye çalışırken kafanızın çorbalaşması da çok olası... Benden söylemesi 😂
Son olarak spoiler vermeden filmde hoşuma giden birkaç detayı da not düşmek istiyorum buraya.
▪Oyunculuklara özellikle değinmek istiyorum zira sanki filmi oynamamış da yaşamışlar gibiydi, o kadar sahiciydi ki olayların her tekrarında değişen o bakışlar, mimikler... kadınların söz haklarının olmadığı bir dönemi sonuna kadar hissetiren cinsten kadın oyuncuların neredeyse hepsi resmen gözleriyle, o yüzlerinde parlayıp sönen ifadeleriyle konuşuyorlardı adeta, çok hoşuma gitti. Erkekler ise büyük bir ustalıkla dibine kadar kendilerinden nefret ettiriyordu, cidden büyük oyunculuk, büyük başarı, tebrik ediyorum her birini 😂
▪Dönemin de çok başarılı yansıtıldığını düşünüyorum, kılık kıyafetler, saç, sakal tipleri, görüntüler sizi tuttuğu gibi o döneme götürüyordu ama yine de sanki bir şeyler eksik gibi hissettirdi bana, dönemin yaşantısına dair bir şeyler daha olmalıymış gibi, yani filmin tuzsuz kalan bir tadı da seziliyordu hafiften.
▪Filmde çok bir aksiyon yok ama düello sahnesindeki dövüş koreografisinin "Acaba şimdi hangisi kazanacak?" ikileminde bırakan heyecanını beğendim, insanı geren bir mücadele sergilemişler.
▪Marguerite'in merdivenlerde kaçtığı sahne de bana Hellelil and Hildebrand hikayesini anımsattı, İrlandalıların en sevdikleri o meşhur tablo var ya hani Frederic William Burton'un "Kule Merdivenlerinde Buluşma" adlı resmi, heh işte o.
Yok, dayanamıyorum cidden spoisiz olmuyor, müsadenizle bir iki spoiler serpiştireceğim buraya mümkünse gardınızı alın ve kaçın 😂
⚠️
.
.
.
.
.
.
.
Şimdi eğer ki bu sahnenin o tabloya bir göndermesi varsa o zaman Marguerite'in de yalan söylediğini düşünebiliriz. Le Gris'in bakış açısındaki Marguerite'in o kur yapan bakışlarıyla aslında Le Gris'in ilgisini çekmeye çalıştığı sonucuna çıkabiliyoruz. (Tabii bu çıkarım için Le Gris'in doğru söylediğini varsaymamız gerekir ki kendisi doğru sayılamayacak kadar yamuk bir karakterdi, neysem bu detayı es geçelim biz hahajsjs)
"Amaa bu çok saçma, Marguerite'in bundan hiçbir çıkarı yoktu" diyebilirsiniz lakin sanki diğerleri gibi onun da birkaç yerde bakışları ve duraksamalı cümleleri ile anlatısında kendine sakladığı yanları mevcut gibiydi. Diğer iki bakış açısında da olduğu gibi o da bize gerçeğin istediği kadarını anlattığı hafiften hissediliyordu. Yine de bunlara rağmen ben Marguerite'in bakış açısının gerçek olduğuna inanıyorum, bence yalan söylemiyordu çünkü diğer bakış açılarındaki o benmerkezcilikten çok uzaktı, bize gerçeğin en yalın ve sahtelikten de en uzak hâlini tüm acılığıyla sunuyordu. Diğer iki bakış açısında görmediğimiz tüm o rahatsız edici detaylar Marguerite'in bakışıyla önümüze seriliyordu.
Diğer yandan Le Gris ile Carrouges ikisi de bize çarpıtılmış ve yavan gerçekler sunuyordu. İkisinin de bakış açılarında kendilerini yücelttikleri adeta nur topu egolarıyla ikisi de birbirlerini gömüyorlardı. Hatta o derece ki ikisinin algıladıkları o bambaşka ama aynı savaş sahnesinde kimin kimi kurtardığı bile belli olmuyordu. İkisi de kendini kadınların hayranlık duyduğu reddedilemez, mükemmel kahramanlar olarak görüyorlardı. Özellikle Le Gris'in günah çıkardığı sahnedeki günahını tanımlayış şekli de bunu doğrular nitelikteydi. Le Gris kendisini istemeyen bir kadına zarar verdiğini değil, sadece başka bir adama ihanet ettiğini düşünüyordu ki böylece anlaşıldığı üzere bu sahnenin aynı zamanda kadının söz hakkı ve değerini gösteren çarpıcı bir yanı da var oluyordu.
Ayrıca kaynanasının kendisinin de tecavüze uğradığını ve sustuğunu, Marguerite'in de yaşaması için susması gerektiğini söylediği sahnede kadına acayip gıcık olmuş, haksız olduğunu düşünmüştüm. Ama sonralara doğru, Marguerite'in bebeğini kucağına aldığında "Bir bebeğin annesine olan ihtiyacı, annesinin adalet ihtiyacından daha büyüktür." sözüyle aslında kaynanasının da haklılık payının olduğunu farkettim. Kaynanasının ataerkil düzene boyun eğmiş, bencil ve oğlunun itibarını savunan bir kadın olduğunu sanırken aslında zamanında kendi bebeği yani Carrouges'in annesiz kalmaması uğruna, bebeği için hayatta kalmayı isteyen yaşadıklarını sineye çekmiş, bağrına taş basıp susmayı seçmiş bir kadın olduğunu anlıyoruz ki böylece bunun ne denli ağır bir seçim olduğu da gün yüzüne daha bir net çıkıyor.
Son olarak Carrouges'in olayı mahkemeye taşıyarak düello istemesi hususuna da değinirsem Carrouges, karısının yaşadıklarını sırf Marguerite için değil de sanki daha ziyade kendi hırsı ve halkın gözündeki itibarı için önemli buluyormuş gibi duran kısmının yanında diğer açıdan da kendinden emin bir şekilde kazanacağına güvenerek karısının hakkını savunması arasında mekik dokurmuş gibi gidip gelerekten kendisinin kötü ve bencil biri mi yoksa iyi ve sadık biri mi oluşuna karar vermez bir hâlde kalakaldığımı da belirtmek isterim sayın ahali... (Ohh bee aman o neydi öylee şükür ki cümleyi noktalayabildim ahahhshsjs)
.
.
.
.
.
.
.
⚠️Vay bee, bunlar nasıl spoisavar hareketler böyle, tebrik ediyorum çok güzel kaçtınız 😂
Sadece, o bahsettiğim eksiklik hissiyatından 2 puan kırıyorum, yoksa geri kalan her şeyiyle filmi çok beğendim.
8/10
⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐⭐☆☆
--------------------------------------------------------------------
Not: Benim gibi analiz yorumlarını yazıp yazıp da taslaklar kısmında aylarca kaderine terk ederek paylaşmayı unutan bir başkası daha var mıdır acaba diye meraklardayım şu an 🤦🏻♀️😂